Dini Bilgiler
Salat ü selam getirmenin fazileti, önemi ve faydaları nelerdir?
Salat nedir, ne anlama gelir? Selam nedir, ne anlama gelir? Salat ü selam nedir, neden ve nasıl getirilir? Salat ü selam getirmenin fazileti, önemi ve faydaları nelerdir? Salat ü selam Peygamberimize ulaşır mı? İşte salat ü selam ile ilgili önemli bilgiler…
Salât ü selâm ile ilgili hadisler ve hadislerin açıklaması…
1- Ebû Hüreyre’den (r.a.) rivâyet edildiğine göre Reûlullah şöyle buyurmuştur:
“Bir kimse bana selâm gönderdiği zaman, onun selâmını almam için Allah Teâlâ ruhumu iâde eder.” (Ebû Dâvûd, Menâsik, 96/2041. Ayrıca bkz. Ahmed, II, 527)
2- Ebû Hüreyre’den (r.a) rivâyet edildiğine göre Resûlullah şöyle buyurmuştur:
“Kim bana bir defa salât ederse, bu sebeple Allah Teâlâ da ona on misli merhamet eder.” (Tirmizî, Vitir, 21/485. Ayrıca bkz. Müslim, Salât, 70; Ebû Dâvûd, Vitir, 26/1530; Nesâî, Ezân, 37/676; Sehv, 55/1294)
3- Abdullah bin Mesut Hazretlerinden rivâyet edildiğine göre Resûlullah şöyle buyurmuştur:
“Kıyâmet günü insanların bana en yakın olanı, bana en çok salât ü selâm getirenidir.” (Tirmizî, Vitir, 21/484)
4- Hz. Ali’den (r.a) rivâyet edildiğine göre Resûlullah şöyle buyurmuştur:
“Asıl cimri olan kimse, yanında ismim zikredildiği hâlde bana salât ü selâm getirmeyen kişidir.” (Tirmizî, Deavât, 100/3546. Ayrıca bkz. Ahmed, I, 201)
5- Ebû Hüreyre’den (r.a) rivâyet edildiğine göre Resûlullah şöyle buyurmuştur:
“Yanında ismim zikredildiği hâlde bana salât ü selâm getirmeyen kimse perişan olsun! Ramazân-ı Şerif’e girip de mağfiret edilmeden çıkan kimse perişan olsun! Anne ve babası yaşlılık günlerini yanında geçirip de (onları memnûn ederek) cennete giremeyen kimse perişan olsun!” (Tirmizî, Deavât, 100/3545)
HADİSLERİN AÇIKLAMASI
Allah’ın Habîbi Hz. Muhammed Mustafâ (s.a.v) Efendimiz’e ümmet olma şerefine nâil olanların, bu nimetin şükrünü edâ edebilmeleri mümkün değildir. Çünkü Resûlullah, Allah’ın en çok sevdiği ve Peygamberlerin en üstünü olan pek yüce bir Nebiyy-i Muhterem’dir. Cenâb-ı Hak, kendisini seven kullarına, bu muhabbetin bir tezâhürü olarak Resûlullah’a tâbî olmalarını emretmiştir. Böyle yaptıkları takdirde, kendisinin de onları seveceğini ve işledikleri günahları affedeceğini müjdelemiştir. (Âl-i İmrân 3/31)
PEYGAMBERİMİZLE İLGİLİ AYETLER
Allah Teâlâ Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’i, mahlûkâtından hiç kimseyi tezkiye etmediği kadar tezkiye etmiştir:
– Aklını tezkiye etmiş, “Arkadaşınız (Muhammed) sapmadı ve bâtıla inanmadı” buyurmuştur. (Necm 53/2)
– Sıdkını, doğruluğunu tezkiye etmiş, “O, arzusuna göre de konuşmaz” buyurmuştur. (Necm 53/3)
– Muallimini tezkiye etmiş, “Ona güçlü kuvvetli ve üstün yaratılışlı biri (Cebrail) tâlim etti” buyurmuştur. (Necm 53/5)
– Kalbini tezkiye etmiş, “(Gözleriyle) gördüğünü kalbi yalanlamadı” buyurmuştur. (Necm 53/11)
– Bakışını tezkiye etmiş, “Gözü kaymadı ve sınırı aşmadı” buyurmuştur. (Necm 53/17)
– Sadrını tezkiye etmiş, “Biz senin sadrını açıp genişletmedik mi?” buyurmuştur. (İnşirâh 94/1)
– Sırtını tezkiye etmiş, “Belini büken yükünü senden alıp atmadık mı?” buyurmuştur. (İnşirâh 94/2)
– Zikrini, şânını tezkiye etmiş, “Senin şânını ve şerefini yüceltmedik mi?” buyurmuştur. (İnşirâh 94/4)
– Hilmini, merhametini tezkiye etmiş, “Mü’minlere karşı çok şefkatlidir, merhametlidir” buyurmuştur. (Tevbe 9/128)
– O’nun bütünüyle her şeyini tezkiye etmiş, “Ve sen elbette yüce bir ahlâk üzeresin!” buyurmuştur. (Kalem 68/4)
Efendimiz bulunduğu yere şeref bahşeder. Nitekim Beled Sûresi’nin başında şöyle buyrulur:
“Yemîn ederim bu beldeye ki sen bu beldenin sâkinisin!” (el-Beled 90/1-2) (Kâdî Iyâz, Şifâ, I, 108)
PEYGAMBERİMİZ ÜZERİNE YEMİN EDİLEN AYETLER
Cenâb-ı Hak, Resûlullah Efendimiz’in;
– Ömrüne (Hıcr 15/72),
– Asrına (Asr 103/1),
– Beldesine (Beled 90/1-2) ve
– Nübüvvetine (Yâ-sîn 36/1-4) kasem etmiştir.
EN KIYMETLİ İNSAN
İbn-i Abbâs (r.a.) şöyle demiştir:
“Allah Teâlâ, Kendi katında Muhammed’den (s.a.v) daha kıymetli bir insan yaratmamıştır. Zîrâ Cenâb-ı Hakk’ın, ondan başka birinin hayatına yemin ettiğini işitmedim.” (Ebû Nuaym, Delâilü’n-nübüvve, s. 63, nr. 21; Kâdî Iyâz, Şifâ, I, 105)
ALLAH’IN PEYGAMBERİMİZE İKRAM VE İHSANLARI
Cenâb-ı Hak, Resûlullah Efendimiz’le alâkası olan her şeyi tekrîm etmiş, şereflendirmiş ve değerli kılmıştır:
– O’nun nesebini en hayırlı nesep kılmıştır.
– Ehl-i Beyt’inden bütün pislikleri giderip onları tertemiz eylemiş ve Efendimiz ile birlikte onlara da salavât getirilmesini vacip kılmıştır.
– Akrabalarına sevgi gösterilmesini istemiştir. (Şûrâ 42/23)
– Kavmini ve aşîretini şereflendirmiştir. (Zuhruf 43/44)
– Hanımlarını mü’minlerin anneleri kılmıştır.
– Kızı Hz. Fâtıma’yı Cennet kadınlarının veya âlemdeki bütün kadınların hanımefendisi eylemiştir.
– Hanımı Hz. Hatice’yi Cennet’te muhteşem bir köşk ile müjdelemiştir.
– Torunları Hz. Hasan ile Hüseyin’i Cennet gençlerinin efendileri eylemiştir.
– Amcası Hz. Hamza’yı, Şehitlerin Efendisi kılmıştır.
– Ashâb-ı Kirâm’ını takvâ ehli kılmış ve onları bütün insanlardan seçerek O’na sahâbe yapmıştır.
– Yaşadığı asrı, Âdemoğullarının en hayırlı asrı, Asr-ı Saâdet eylemiştir.
– Kıble’sini insanlar için yapılan ilk mabede doğru yapmıştır.
– Kitâb’ını korumayı kendi üzerine almıştır.
– Beldesini harem kılmıştır.
– Medîne’sini de harem kılmıştır.
– Mescid’inde kılınan namazı 1000 namazdan daha faziletli kılmış, ibadet için kendisine yolculuk yapılabilecek mescidler arasına katmıştır.
– Minber’ini Cennet’te Havz’ının üzerinde eylemiştir.
– Evi ile Minber’i arasını Cennet bahçelerinden bir bahçe kılmıştır.
– Uhud’u Cennet dağlarından biri yapmıştır.
– Ümmetini merkez ve en hayırlı ümmet kılmış, diğer ümmetlere şâhit yapmıştır.
– Efendimizin yanında bulunan şeytana bile ikrâm etmiş ve ona İslâm’a girmeyi nasip etmiştir. O da o günden sonra Resûlullah Efendimiz’e hayırdan başka bir şey emretmemiştir.
Cenâb-ı Hak O’na bütün bunları ve daha fazlasını ikrâm ve ihsân ettiyse, O’nu çok seviyor demektir. O hâlde biz de O’nun kıymetini takdir etmeye, O’na ihtirâm göstermeye, O’nu yüceltmeye ve sevmeye koşmalıyız.[1]
Sallallâhu aleyhi ve selleme teslîmâ
Cenâb-ı Hakk’ın Resûlullah Efendimiz’e muhabbetini gösteren âyetlerden biri de şudur:
“Şüphesiz ki Allah ve melekleri, Nebiyy-i Ekrem’e çokça salât ederler. Ey mü’minler, siz de ona salavât getirin ve tam bir teslîmiyetle selâm verin!” (Ahzâb 33/56)
İşte bu âyette Yüce Rabbimiz, Resûlullah Efendimiz’e olan muhabbet, ikrâm ve ihsanını gösterdikten sonra bize de ona salavât getirmemizi, tam bir itaatle selâm vermemizi ve emirlerine teslîm olmamızı emretmektedir.
SALAT NEDİR, NE ANLAMA GELİR?
Salât; istiğfâr, mağfiret, dua, bereket, övgü, tebrîk ve ta’zîm gibi mânâlara gelir. İslâm âlimleri bu kelimeye, salât edene göre farklı mânalar vermişlerdir:
– Allah’ın bir kula salât etmesi; ona rahmet etmesi, şân ve şerefini yücelterek tezkiye etmesi, sevap vermesi, başarıya ulaştırıp korumasıdır.
– Meleklerin salât etmesi; o kul için mağfiret talebinde bulunmaları, kadr ü kıymetini anıp yüce mertebelere erişmesi için Allah’a niyaz etmeleri ve her türlü yardımına koşmalarıdır.
– Mü’minlerin Allah Resûlü’ne salâtı ise; ona hayır dua etmeleri, tâzimde bulunmaları ve şânını yüceltmeleridir.
SELAM NEDİR, NE ANLAMA GELİR?
Âyette geçen “selâm” kelimesi ise selâmet, esenlik, huzur, emniyet anlamlarını ihtivâ eder. Selâmın ayrıca teslim olma, itâat etme ve sulh içerisinde bulunma mânâları da vardır.
Bu durumda biz Resûlullah Efendimiz’e salât ü selâm getirirken Cenâb-ı Hakk’a şöyle dua etmiş oluruz:
“Yâ Rabbî! Resûl-i Ekrem Efendimiz’in nâmını, şânını hem dünyada hem de âhirette yüce kıl! Onun getirdiği İslâm dînini bütün cihâna yay ve bu dîni, dünya durdukça yaşat! Ona âhirette ümmetine şefaat etme hakkı ver ve kendisine sayısız sevaplar ihsan eyle! Ona selâmet, huzur ve emniyet bahşeyle!”
PEYGAMBERİMİZE SALAT Ü SELAM GETİRMENİN HÜKMÜ
Âlimlerimiz salât ü selâm getirmenin hükmü konusunda farklı görüşlere sahiptirler:
Bir kısım âlimlerimiz, Peygamber Efendimiz’in mübârek isimleri her geçtiğinde, onları hem söyleyen, hem de duyan kimselerin salât ü selâm getirmesinin farz olduğunu söyler. Diğer bir kısmı, sayı ile sınırlandırmaksızın çokça okunmasının vâcip olduğu kanaatindedir. Bazıları da, aynı mecliste Efendimiz’in ism-i şerifi bir çok defa zikredilse bile, bir defa salât ü selâm getirmenin yeterli olacağı görüşündedir. İhtiyâta uygun olanı ise Peygamber Efendimiz’in ismi geçtikçe ve hatıra geldikçe, salât ü selâm göndermektir.
SALAT Ü SELAM PEYGAMBERİMİZE ULAŞIR MI?
Resûlullah, kendisine gönderdiğimiz salât ü selâmlarımızı bizzat aldığını haber vermektedir. Çünkü Peygamberler kendilerine mahsus bir hayatla diridirler.[2]
Resûlullah bir hadis-i şerifte:
“Yeryüzünde Allah’ın seyyâh melekleri vardır. Onlar ümmetimin selâmını bana ulaştırırlar” buyurmuştur. (Nesâî, Sehv, 46/1280)
Bizler, getirdiğimiz salât ü selâmın melekler tarafından alınıp Resûlullah Efendimiz’e arzedildiğini, onun da bu âcizâne hediyemizi lûtfedip kabul buyurduğunu, hatta salât ü selâmımıza karşılık verdiğini hakkıyla idrak edebilseydik, acaba nasıl bir hissiyât içinde olurduk?! Herhâlde çok farklı bir hâlet-i rûhiyeye bürünür ve dilimizden salavât-ı şerifeyi hiç düşürmemeye çalışırdık. Hakikaten bu durum, bir mü’min için ne kadar şeref verici ve büyük bir nimettir. Zira o, salavât sâyesinde hem Âlemlerin Fahr-i Ebedîsi ile râbıta kurmakta hem de ilâhî lûtuflara nâil olarak sayısız sevap kazanmaktadır.
Cenâb-ı Hakk’ın lûtfuna bakın ki, bu kadar ecir ve sevâbı kullarına kolayca vermektedir. Şöyle bir düşünecek olursak, salavât getirmenin insan için ne zorluğu vardır ki?! Yeter ki insan gaflet perdelerini yırtabilsin.
Diğer taraftan salât ü selâm getirmek için hususî bir şart ve hazırlık da gerekmez. İnsan her hal u kârda ve nerede bulunursa bulunsun Peygamber Efendimiz’e salât ve selâm gönderebilir. Nitekim Fahr-i Kâinât (s.a.v):
“…Bana salât ü selâm getiriniz. Zira nerede olursanız olun sizin salât ü selâmınız bana ulaşır” buyurmuştur. (Ebû Dâvûd, Menâsik, 96-97/2042)
CUMA GÜNÜ SALAT Ü SELAM GETİRMENİN FAZİLETİ
Her ân salavât getirmek mümkün olmakla birlikte bilhassa Cuma günü salat ü selâma devam etmenin fazileti daha büyüktür. Bir gün Resûlullah:
“–Günlerinizin en faziletlisi Cuma günüdür. Âdem (a.s.) o gün yaratılmış ve o gün rûhu kabzedilmiştir. İlk sûra o gün üflenecek, ikincisine de o gün üflenecektir. Bu sebeple o gün bana çokça salât ü selâm getiriniz; zira sizin salât ü selâmlarınız bana arz edilir.” buyurdu.
Ashâb-ı Kirâm:
“–Yâ Resûlallah! Vefat ettiğiniz ve sizden hiçbir eser kalmadığı zaman salât ü selâmlarımız size nasıl arz edilir?” diye sordular.
Bunun üzerine Resûlullah:
“–Allah Teâlâ Peygamberlerin bedenlerini çürütmeyi toprağa haram kıldı” buyurdu. (Ebû Dâvûd, Salât, 201/1047. Ayrıca bkz. Nesâî, Cuma, 5; İbn-i Mâce, İkamet, 79)
Cuma günü salât ü selâma devam etmenin faziletiyle alâkalı olarak Hz. Ali de şöyle der:
“Her kim cuma günü, Peygamberimize yüz kere salavât getirirse, kıyâmet günü mahşer yerine yüzü çok güzel ve nûrlu olarak gelir. İnsanlar gıptayla:
«Bu adam acaba hangi ameli işliyordu?» diye birbirlerine sorarlar.” (Beyhakî, Şuab, III, 212)
Peygamber Efendimiz’e salât eden kişilere Allah Teâlâ on katıyla mukâbele etmekte ve günahlarını affedip derecesini yükseltmektedir. Hadis-i şerifte şöyle buyrulur:
“Kim bana bir defa salât getirirse, Allah o kimseye on defâ salât eder, on hatâsı silinir ve mertebesi on derece yükseltilir.” (Nesâî, Sehv, 55/1295)
Yine Resûlullah, dualarında çokça salavât-ı şerife getireceğini söyleyen sahâbîsine:
“–O takdirde Allah Teâlâ, dünya ve âhirete âit bütün arzularını ihsân eyler ve günahlarını bağışlar!” buyurmuştur. (Tirmizî, Kıyâmet, 23/2457; Hâkim, II, 457/3578; Beyhakî, Şuab, III, 85/1418; Abdurrazzâk, II, 214)
Bununla birlikte salât edenlere büyük meleklerden Cebrâîl (a.s.) da kat kat fazlasıyla karşılık vermektedir:
Bir gün Resûlullah mütebessim bir çehreyle ashâbının yanına gelmiş ve Hz. Cebrâil’in kendisine şu müjdeyi verdiğini bildirmiştir:
“Yâ Resûlallah! Ümmetinden biri sana bir salât getirdiğinde benim onun günahlarının bağışlanması için on defa istiğfâr etmem, o kimsenin sana bir selâm göndermesi hâlinde benim ona on selâm vermem seni sevindirmez mi?” (Nesâî, Sehv, 55/1293)
SALAT Ü SELAM GETİRMENİN FAYDALARI
Bu durum, Resûlullah Efendimiz’in Allah ve melekleri katındaki mevkiini göstermektedir.
Peygamber Efendimiz’e gönderdiğimiz salavâtlar, herkesten ziyâde kendimize fayda sağlamaktadır. Getirdiğimiz salât ü selâmlar sâyesinde Allah’ın bize rahmet etmesi, günahlarımızı affetmesi, meleklerin dua ve istiğfarda bulunması, mânevî âlemimizin zenginleşmesi gibi son derece ehemmiyetli kazançlar elde etmekteyiz. Bunların en mühimi de âhirette Resûlullah Efendimiz’e yakın olmaktır. Bir mü’min, Kur’ân-ı Kerim okudukça cennetteki derecesini yükselttiği gibi salavât getirdikçe de Âlemlerin Fahr-i Ebedisi’ne yakınlığını artırmaktadır. Allâhümme salli alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ve bârik ve sellim!
PEYGAMBERİMİZE YAKIN OLMANIN YOLU
Mahşer kalabalığında Allah’ın Habîbi ve İki Cihân Güneşi olan Resûlullah Efendimiz’e yakın olmanın ne büyük bir saâdet olduğunu, insan ancak o gün anlayabilir. Herkese nasib olmayan bu büyük nimeti elde etmenin yolu ise son derece basittir:
Dilimizin devamlı salât ü selâm ile meşgul olması…
Âhiretteki ebedî saâdet için bu kadar faydalı olan salavâtı getirmekte ihmalkâr davrananlar, “cimrilik” gibi en kötü ve en şerli bir mânevî hastalığa yakalanmış demektir. Zira Allah Resûlü, asıl cimrinin, yanında mübarek ism-i şerifi zikredildiği hâlde salavât getirmeyen kimse olduğunu haber vermektedir.
Cimri, verdiği zaman malının biteceğini ve zarara uğrayacağını zanneder. Vermediğinde ise kârlı çıkacağını ve bu davranışının kendisi için daha hayırlı olacağını düşünür. Hâlbuki bunların tamamı yanlıştır. Vermek malı bereketlendirir. Aynen bunun gibi salavât getirmeyen kimse de, büyük bir hata içindedir. Salavât getirmek, mal vermeyi ve herhangi bir bedel ödemeyi gerektirmediğinden, asıl cimrilik hastalığına mübtelâ kılınan ve daha çok zarar edecek olan kimseler de işte bu tür insanlardır. Hâlbuki katlanacakları azıcık bir zahmet, âhirette kendilerini âbâd edecektir.[3]
Dolayısıyla cimrilik yaparak salavât getirmekte gevşek davranan insanlar, farkına varmadan büyük kayıplara uğrarlar. Fahr-i Kâinât Efendimiz’in gönlü buna râzı olmadığı için, ismi anıldığında salavât getirmeyen kimseleri ağır bir dille îkaz etmiştir.
Zira imanın kemâle erebilmesinin şartlarından biri, Resûlullah’a muhabbet beslemektir. Onu annemizden, babamızdan, evlâdımızdan, bütün insanlardan ve hatta kendi nefsimizden daha çok sevmedikçe iman etmiş olmayız. (Buhârî, Îmân, 8; Eymân, 3; Müslim, Îmân, 69-70)
İnsan bu muhabbeti sağlamalı ki, imanı kemâle erebilsin ve hem dünyada hem de âhirette huzûra nâil olsun. Çünkü dünya ve âhiret saâdetini temin eden İslâm’ı, Efendimiz teblîğ ve beyan etmektedir. Dolayısıyla, ona muhabbetini kuvvetlendirmeyen kimsenin, iki dünyada da saâdete ulaşması mümkün değildir. Bu muhabbeti sağlayan en mühim âmillerden biri de Allah Resûlü zikredildiğinde, ona salât ü selâm getirmektir.
CENNETİN YOLUNU ŞAŞIRTAN İHMAL
Bütün bunlara rağmen kendi menfaatini düşünmeyerek salavâtı terk eden kimse artık perişan olmaya, burnunun yere sürtülmesine, hem insanlar hem de Allah katında kıymetsiz ve ehemmiyetsiz bir duruma düşmeye müstehak olmuş ve kendisine de yazık etmiş demektir. Nitekim, Resûlullah:
“Kim bana salât u selâm getirmeyi unutup ihmal ederse, Cennetin yolunu şaşırır” buyurmuştur. (İbn-i Mâce, İkâmet, 25)
Yine, Cebrâîl (a.s.), Peygamber Efendimiz’e gelip:
“–Senin ismin yanında zikredilip de salavât getirmeyen kimse rahmetten uzak olsun!” diye dua etmiş, Resûlullah de bu duaya «Âmîn!» demiştir. (Hâkim, IV, 170/7256. Krş. Tirmizî, Deavât, 100/3545)
SALAT Ü SELAMI TERK ETMENİN HÜKMÜ
Fahr-i Kâinât Efendimiz’in kendisine sTDKalat ü selâm getirmemizi istemesi ve bunu terk edenleri ağır bir dille îkaz etmesi, şahsî bir taleb olmaktan ziyâde, nübüvvet makâmını tazim ve kulun bu makâma olan mânevî irtibâtını sağlamak içindir. Zira, bir kimsenin İslâm dâiresine girebilmesi için sâdece Allah’ın varlığını ve birliğini tasdik etmesi yeterli olmayıp Efendimiz’in risâletini kabulü de zarûrî bir şarttır.
Sun’ullah-ı Gaybî bunu şâirâne bir üslûb ile ne güzel terennüm eder:
Hakk’ın habîbi Mustafâ,
Oldur bu yolda reh-nümâ,;
Andan cüdâ Hak’tan cüdâ,
Estağfirullâhe’l-azîm.
“Muhammed Mustafâ (s.a.v), Allah’ın en sevgili kuludur. İslâm yolunda yol gösterici kılavuz ve rehber odur. Ondan uzak kalan Allah’tan da uzaklaşmış olur. Bu duruma düşmekten Allah’a sığınırız ve ona itaat hususunda gösterdiğimiz kusurlar sebebiyle de Allah’tan af ve mağfiret dileriz.”
Salât ü selâma bu kadar ehemmiyet verilmesinin bir hikmeti de şudur:
Kullarına karşı son derece merhametli olan Yüce Rabbimiz, onları affetmeyi arzu etmektedir. Dolayısıyla Sevgili Peygamberimiz’e salavât getirmeyi de buna bir vesîle kılmıştır.
Diğer taraftan, ezanlardan sonra okuduğumuz dualarda ve getirdiğimiz salavâtlarda, Efendimiz’in Makâm-ı Mahmûd’a yükseltilmesini istemek, nihâyetinde faydası bize dönecek olan bir duadır. Çünkü Resûlullah bu makâmda bütün insanlığa şefâat edecektir.
PEYGAMBERİMİZE SALAVAT GETİRMEK
Peygamber Efendimiz’e salavât getirmek, aslında bütün insanlığın ona karşı bir vefâ borcudur. Haksızlıklar içinde boğulan insanlık, onun getirdiği din sâyesinde rahat bir nefes almıştır. Peygamberliğine inanmayan kimseler bile, onun getirdiği hakikatin nûrundan istifâde etmiştir. O, Hak yolunu sadece Müslümanlara değil bütün insanlığa açmıştır. Mevlânâ Hazretleri, Fîhi Mâ Fîh isimli eserinde bu hakikati ne güzel terennüm eder:
“Hakk’ın yolu pek korkulu, kapalı ve kar ile kaplı idi. İlk önce fedâîliği Efendimiz Resulullah yaptı, atını sürdü ve yolu yardı. Her kim bu yola giderse, onun hidâyet ve inâyetindendir. Yolu o açığa çıkardı, her bölgeye bir işaret koyup sütunlar dikti, nereye gidilip nereye gidilmemesi gerektiğini o söyledi.”
Müslümanların Peygamber Efendimiz’e olan vefâ borcu ise daha fazladır. Çünkü Allah Resûlü, bir ömür boyu akla hayâle gelmez çilelere tahammül ederek onları ebedî karanlıktan kurtarmış, akıl almaz sapkınlıklardan selâmete çıkarmıştır. Bu iyilik karşısında minnet duygularımızı harekete geçirmek isteyen Hz. Mevlânâ, hikmet dolu üslûbuyla Müslümanlara şöyle hitâb eder:
“Ey bugün Müslüman olan kimse! Eğer Hz. Ahmed’in (s.a.v) sa’y ü gayreti ve putları kırma hususundaki himmeti olmasaydı, bugün sen de ecdâdın gibi putlara tapardın.”
Yüce Rabbimiz, bu sebeple Peygamber Efendimiz’i şânına lâyık bir keyfiyette, en güzel ve en hayırlı şekilde mükâfâtlandırsın!..
Peki salavât nasıl getirilmelidir?
Kâ’b bin Ucre (r.a.) der ki:
Bir gün Resûlullah yanımıza gelmişti. Kendisine:
“–Yâ Resûlallah! Size nasıl selâm vereceğimizi öğrendik, peki nasıl salavât getireceğiz?” dedik.
O da şöyle buyurdu:
“–«Allah’ım! (İbrâhim’e ve) âilesine rahmet ettiğin gibi Muhammed’e ve âilesine de rahmet eyle!. Şüphesiz sen övülmeye lâyık ve yücesin. Allah’ım! (İbrâhim’e ve) âilesine hayır ve bereket lûtfettiğin gibi Muhammed’e ve âilesine de hayır ve bereket ihsân eyle. Şüphesiz sen, övülmeye lâyık ve yücesin!» deyiniz.” (Buhârî, Deavât, 32; Tirmizî, Vitir, 20/483; İbn-i Mâce, İkâme, 25)
KISA SALAVATLAR
Peygamber Efendimiz’in ism-i şerifleri zikredildiğinde şu salavâtlardan biri de söylenebilir:
Aynı şekilde, “Sallallâhu aleyhi ve sellem”, “Aleyhisselâm”, “Aleyhissalâtü vesselâm” gibi kısa salavâtları da dilimizden düşürmemeliyiz.
Salavâtta geçen “bârik” kelimesi, “bereket ver” demektir. Bereket; hayır, iyilik ve keremin artması, ayıplardan temizlenme ve tezkiye mânâsına gelir.
“Âl-i Muhammed” ise Peygamber Efendimiz’in zevceleri, evlatları ve diğer yakınlarıdır. İmâm-ı Mâlik gibi bir kısım âlimler, bütün ümmet-i Muhammed’in buna dâhil olduğunu söylemişlerdir. Bazı âlimler de bu ifadeyi, “ittikâ” ile kayıtlıyarak “Âl-i Muhammed, ümmetin muttakî olanlarıdır” demişlerdir. Nitekim Resûlullah şöyle buyurur:
“Dikkat edin, benim dostlarım babamın âilesi değildir. Benim asıl dostlarım, Allah Teâlâ ve sâlih mü’minlerdir.” (Müslim, Îmân, 366; Buhârî, Edeb, 14)
Diğer bir rivâyete göre de Resûlullah Kureyş kabîlesini bir araya toplayarak:
“Sizin içinizden benim dostlarım, müttakî olanlarınızdır” buyurmuştur. (Hâkim, II, 358/3266)
[1] Bkz. Halil İbrahim Mollahâtır, Muhabbetü’n-Nebî ve tâatühû beyne’l-insân ve’l-cemâd, s. 130-131.
[2] Bkz. Ebû Dâvûd, Salât, 201/1047; Vitir, 26/1531; Nesâî, Cuma, 5; İbn-i Mâce, İkamet, 79; Cenâiz, 65. Ayrıca Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerim’de şehîdlerin ölmediğini ve diri olduklarını bildirir:
“Allah yolunda öldürülenlere, «ölüler» demeyiniz. Bilakis onlar diridirler, lâkin siz anlamazsınız.” (Bakara 2/154)
“Allah yolunda öldürülenleri, sakın ölü sanmayın. Bilâkis onlar diridirler; Allah’ın lûtuf ve kereminden kendilerine verdikleri ile sevinçli bir hâlde Rab’leri yanında bol bol nimetlere mazhar olmaktadırlar. Arkalarından gelecek ve henüz kendilerine katılmamış olan şehîd kardeşlerine de hiçbir keder ve korku bulunmadığı müjdesinin sevincini duymaktadırlar.” (Âl-i İmrân 3/169-170)
Şehitler diri olduğuna göre, Peygamberlerin diri olması daha evlâdır. Diğer taraftan, Allah Resûlü de aynı zamanda bir şehîddir. Hayber’de ağzına aldığı zehirli etin tesiriyle şehîd olarak vefât etmiş, kendisini peygamberlikle şereflendiren Allah Teâlâ, böylece onu şehîdlikle de müşerref kılmıştır. (İbn-i Hişâm, III, 390; Vâkıdî, II, 678-679; Heysemî, VI, 153)
Nitekim hastalığının ağırlaştığı bir vakitte Hz. Ayşe vâlidemize:
“–Ey Ayşe! Hayber’de tatmış olduğum zehirli etin elemini devamlı hissedip durdum. Şu anda kalbimin damarlarının koptuğunu hissetmekteyim” buyurmuştur. (Buhârî, Meğâzî, 83)
[3] Cimrilik gibi kötü vasıflar, maddî konularda zararlı ve çirkin olmakla birlikte, mânevî mevzûlarda insana daha çok zarar vermektedir. Efendimiz, cimrilik yaparak kendi mânevî kazancını terk eden kimselere “insanların en cimrisi” demiştir:
Bir kişi Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’e gelerek:
“–Yâ Resûlallah! Falanca zâtın benim bahçemde bir hurma ağacı var. Ona söyleseniz de o ağacı bana satsa veya hibe etse!” diye ricâda bulundu.
Adam bu teklifi kabul etmedi.
Allah Resûlü:
“–Dediğimizi yap, buna karşılık sana cennette bir hurma ağacı verilsin!” buyurdu.
Adam bu teklîfi kabul etmemekte diretti. Bunun üzerine Nebiyy-i Ekrem:
“–Bu adam, insanların en cimrisidir” buyurdu. (Ahmed, V, 364)
Bahsedilen zât, küçük bir fedâkârlıkla sadece uhrevî bir ağaç kazanmayacak, aynı zamanda cenneti elde etmesi de kesinleşmiş olacaktı. Ancak cimriliği yüzünden, tahayyül edilemeyecek şeyler kaybetti. Salavât getirmeyen kimse de, bunun gibi kolayca elde edebileceği pek çok uhrevî nimetten mahrûm kalmaktadır. Böyle bir insan, elbette “insanların en cimrisi”dir ve asıl cimrilik de mânevî alandaki bu cimriliktir.
0 comments