Dini Bilgiler
Rüyada Olaylar Olmadan Geleceği Görme / Altıncı His
– Sadık rüyalarda görülen hadislerin zaman içinde gerçekleşmesi, sizin de değiniz gibi, her şeyin önceden takdir edildiğini göstermektedir.
– İnsanın iyiliğine olan şeylerin görülmesi Allah tarafından bir ikram bir müjde olduğu gibi, insanın başına gelecek bir kötülüğün görülmesi de bir uyarı olabilir. Allah Basıt isminin tecellisiyle kullarının kalbine inşirah vermek istediği gibi,Kabıd isminin tecellisiyle de onların kalbine bazen darlık da verir. Bunları yakaza halinde verdiği gibi, rüya aleminde de verir. Maksat, müjdelerle ibadete şevkini, uyarılarla da yasaklara karşı dikkatini arttırmaktır.
– Rüyalar üç çeşittir, iki çeşidi gerçekte çıkmayacak olan türlerdir. Bunlar günlük sıkıntı veya neşeden ötürü veya daha önce etkisinde kalınmış olayların -adeta hafızada ve hayalde bir bant şeridi gibi- açılıp yeniden okunan şeylerdir ki, Kur’an’da bunlara “Adğasu ahlam” denilmiştir. Bu sebeple, her görülen -özellikle üzüntü kaynağı olan- rüyanın çıkacağını düşünüp üzülmek doğru değildir. Bundandır ki, Efendimiz: “Rüyanızda güzel şeyler gördüğünüzde, bilin ki o Allah’tandır; kötü bir şey gördüğünüzde ise, onun şeytan olduğunu bilin ve sağ ve sol yanlarınıza “tuh” deyip, şeytanın şerrinden Allah’a sığının (Euzu çekin)” buyurmuştur. Çünkü, kötü gibi görünen rüyaları takıntı haline getirmek, hem sürekli bir üzüntü kaynağı, hem de Allah’a karşı su-i zanna sebep olur.
– Rüya tabircisi uzmanlara göre, dış görünü itibariyle çok çirkin görünen öyle rüyalar var ki, gerçekte çok güzeldir. Muhammed b. Sirîn’in bu konuda verdiği ilginç örnekler vardır.
– Sözün özü; İmam Rabbani’ni dediği gibi demeliyiz: “Ne şebem ne şeb-perestem/men gulamı şemsem, ez şemsi mî gûyem haber = Ne geceyim, ne de gececiyim, ben güneşin hizmetçisiyim, hegörp ondan haber veririm”
– Bununla rüyaların değersiz olduğunu söylemek istemiyoruz. Çünkü, Hem Kur’an’da hem de Sünnette rüyalara gereken değer verilmiştir. Fakat her şeyin aşırısı iyi değildir.
-İstiharelerde rüyanın etkisi halk arasında önelidir. Fakat sünnetteki istihare tarzında, rüyaya hiç yer yoktur. “Allah’a dayan, saye sarıl, hikmete ram ol/ Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol”
Hayal, Rüya ve Altıncı His
Varlığı maddeden, yani görünen evrenden ibaret sayan görüşe göre hayat kimyasal reaksiyonlardan, bilinç beyindeki nöron aktivitelerinden, hayal etme ve rüya görme de beyinde elektriksel aktivitelerden ibarettir. Ancak hiçbir kimyasal reaksiyonun hayat oluşturduğu görülmediği gibi, milyarlarca devresinde yoğun elektrik akımlarının yer aldığı süper elektronik beyinler dâhil, hiçbir elektrik akımının da hiçbir alette bilinç veya hayal oluşturduğu görülmemiştir. Hayal ve rüya gibi olguları daha iyi anlayabilmek için gözlemlerle uyumluluk ve mantıkî tutarlılık gibi temel kriterleri sağlayan sorgulayıcı ve ön yargısız yeni bir yaklaşıma ihtiyaç vardır.
Aynalardaki Görüntüler
Ayna ve diğer parlak yüzeylerde görüntülerin oluşmasına çocukluğumuzdan beri aşinayız ve bu duruma hiç şaşırmıyoruz. Duvarları aynalarla kaplı bir odaya girdiğimizde, duvarlar gözden kaybolur ve kendimizi sonsuza uzanan binlerce görüntünün ortasında buluruz. Aynalar vasıtasıyla âdeta hiç yoktan devasa bir “imajlar âlemi” var ederiz. Tabi aynalar kırılacak ya da duvarlardan kaldırılacak olursa, tüm imajlar dünyası da bir anda yok olur.
Fizik bilimi açısından, bir cisimden gelip aynaya çarpan ışık, 90 derecelik bir açı ile yüzeyden yansıyarak gözümüze gelir. Yüzeyin arkasına yani imajın belirdiği yere geçen bir ışık yoktur ve dolayısı ile imajların oluşmasını gerektiren fiziksel bir zorunluluk da yoktur. Eğer ayna karşısına geçildiğinde hiçbir zaman görüntü oluşmamış olsaydı ve görüntü oluşmasına alışmış olmasaydık, hiç kimse “Çok tuhaf, aynanın karşısında niye kendimizi göremiyoruz?” demeyecekti. Hiçbir fen bilimci de bu durumu yadırgamayacak ve “Aynada niye görüntü oluşmuyor?” sorusunu sormayacaktı. Hatta dünya dillerinde “ayna” diye bir tabir bile olmayacaktı.
İmajların varlığı, yani bir “varlık” olmaları gözlemlerle sabittir ve varlıkla ilgili bir şüphe söz konusu değildir. Aynanın karşısına geçtiğimizde görüntümüz yoktan var olmakta, ayrıldığımızda da var olan görüntü yok olmaktadır. “Bu görüntülerin yapıtaşları nedir, hangi hammaddeden yapılmıştır?” gibi kolay bir soruya cevap vermek hiç de kolay değildir. Varlıklarından kendi varlığımız kadar emin olduğumuz görüntülerin, maddeden yapılmadıklarını ve dolayısı ile fiziksel bir varlıkları olmadığını biliyoruz. Zaten maddeden yapılmış olsalardı, başka bir yerden madde kullanılması ve orada maddenin azalması gerekirdi ki böyle bir şey yoktur.
Işık olmayınca görüntü oluşmadığından hareketle, “Görüntüler ışıktan yapılmıştır.” düşüncesi akla gelebilir ve ışıklar söndürülünce görüntülerin yok olması buna delil gösterilebilir. Ancak, ışığın aynanın ön yüzünden yansıdığı ve aynanın arka tarafına geçmediği bilimsel bir gerçektir ve kolayca ispat edilebilir. Nitekim aynanın arkasına bakan kişi, orada hiçbir imajın olmadığını görecektir. Yani, aynadaki görüntü ışıktan da yapılmamıştır ve dolayısı ile görüntü fiziksel bir şey değildir. Görüntünün fiziksel bir varlıkla ilgili olması ve görüntülerin varlığının fiziksel şeylerin varlığına bağlı olması, bu gerçeği değiştirmez. O halde hayranlıkla seyrettiğimiz o görüntüler fizik-ötesi veya başka bir ifadeyle madde-dışıdır. Madde ve enerjiden farklı olarak, imajlar yoktan var olur ve varken yok olur. Yani “imajların korunumu” diye bir kanun veya prensip yoktur.
Görüntüler var olduğuna ve madde-dışı (daha doğru bir ifadeyle, fizik-ötesi) olduklarına göre, varlık maddeden ibaret değildir ve farklı varlık âlemleri vardır. Gördüğümüz ve dokunduğumuz fizik âleminin varlığı ne kadar kesin ise, gördüğümüz ancak dokunamadığımız “imaj âlemi”nin de varlığı o kadar kesindir. Ve fizik âleminden küçücük bir cam parçası, sonsuza uzanan bir imaj âlemini içine alabilir. Cam ve su gibi şeffaf maddeler ve parlatılmış yüzeyler, âdeta madde âleminden madde-dışı imajlar âlemine açılan kapı veya pencere işlevi görmektedir.
Aynadaki görüntüler ışıktan yapılmadığına göre, görüntülerin oluşması ve görülmesi için ışığın varlığı illa da şart değildir ve imajlar âlemine çok farklı kapılardan da girilebilmesi gerekir. Ayrıca, insan bedeni gibi kesif maddî şeylerin aynadaki görüntüleri, maddi şeyin dış görünüşü ile kısıtlıdır. Ayna ve aynanın önündeki maddi şey üzerinde değişiklik yapılmadıkça, aynadaki görüntüde de bir değişiklik yapılamaz. Ancak maddî olmayan şeylerin görüntüleri için böyle bir kısıt söz konusu değildir – hayal aynasında oluşan imajlar ve zihin ekranında oynaşan fikirler gibi.
Kişinin tek bir maddî vücudu olduğu halde, bilhassa sosyal medyanın yaygınlaşmasıyla dijital âlemde binlerce sanal varlığı vardır. Tablet, bilgisayar, telefon ve televizyon gibi ekranlarda oluşan görüntüler, fiziksel varlıklardır, çünkü iki boyutlu da olsa (hologram görüntüler üç boyutludur) ışıktan yani fiziksel bir şeyden yapılmışlardır. Bir kişinin görüntüsü aynı anda milyonlarca televizyon ekranında yer alabilir, ama her televizyon aleti bunun için enerji tüketir. O kişiyi milyonlarca insan hayal ettiği zaman oluşan milyonlarca imaj ise tamamen fizik-ötesi varlıklardır.
Işık, cep telefonu ve televizyon sinyalleri gibi, elektromanyetik dalgadır ve elektromanyetik spektrumum 0.4 (mavi) – 0.7 (kırmızı) mikron aralığındaki dalga boylarından ibarettir. Yani ışık denen şey, insan gözünün duyarlı olduğu elektromanyetik dalga aralığıdır. Cep telefonu sinyalleri de ışık gibidir ve ışık hızında hareket eder. Ancak gözümüz o dalga boylarına duyarlı olmadığı için, cep telefonu sinyallerini göremeyiz ve onlarla görüntü oluşturamayız. Etrafımız sürekli olarak cep telefonu, televizyon, radyo ve internet sinyalleri ile doludur. Ama biz yer kaplamayan bu elektromanyetik dalgaların varlığının ve onlarla kuşatıldığımızın farkında bile değiliz. Çünkü onları beş duyumuz ile algılayamıyoruz.
İlginçtir ki eğer her yer her zaman aydınlık olsaydı ve ışık diye bir şeyin varlığı bilinmeseydi (eskiden kızıl-ötesi ve x-ışınları gibi elektromanyetik dalgaların varlığının bilinmediği gibi), cam aynadaki görüntülerin, aynanın bazı bölgelerindeki atomların aktif hale gelmesinin bir sonucu olduğu iddia edilecekti. Cam aynada oluşan görüntü gerçekliğine daha mantıklı bir açıklama getirilemediği sürece de, bu iddia, atom altı dünyanın gizeminin bir parçası olarak kabul edilecekti – atom ve atom altı seviyedeki birbirinden bağımsız hareketlerin nasıl olup da önündeki cismin düzgün bir imajını oluşturduğuna pek akıl erdirilemese de. Aynen %75’i sudan (geri kalanı da yağ, protein, karbonhidrat ve minerallerden) oluşan beyindeki kapkaranlık görme merkezinde apaydınlık rengârenk imajların oluşması gibi.
Görme Olgusu
Baktığımız şeylerden yansıyarak gözümüze gelen ışık, gözün içinde ışığı elektrik sinyallerine çeviren hücrelerden oluşan retinada emilmekte ve beyne hiç ışık gitmemektedir. Beyne giden şey, retinada oluşan ve sayıları bir milyonu aşan sinir lifleriyle iletilen elektrik sinyalleridir.[1] Yani beyinde görme merkezini (visual cortex) oluşturan moleküller ayna, görme sinirleriyle bu merkeze iletilen elektrik sinyalleri ise ışık rolü oynamaktadır. Elektrik sinyalleri de görme merkezi aynasında gizemli bir şekilde ‘görüntü’lere dönüşmektedir. Beyindeki su molekülleri veya elektrik sinyalleri oluşturan elektrik yüklü atom veya moleküller göremeyeceğine göre (Doğada hiçbir atom, molekül, iyon veya elektronda görme özelliği yoktur.), acaba gören nedir? Gözlüksüz göremeyen bir kişinin gözlük takınca görmeye başlaması, gözlüğün gördüğünü mü gösterir?
Uçak kalkarken pilotu görmezden gelip pilot kabininin belli bir bölgesinde yanıp sönen kontrol ışıklarının uçağı kaldırdığı ve nereye gideceğine karar verdiğini ve uçak inerken bu kontrol ışıklarının iniş takımlarının açılmasını emrettiğini söylemek ve pilottaki görme, bilme, akıl etme ve karar verme özelliklerini kontrol panelinde yanıp sönen ve evlerimizdeki lambalardan farkı olmayan kendinden habersiz gösterge lambalarına vermek, ne kadar mantıklıdır?
Işığın bir varlıktan yansımasıyla başlayan fiziksel nedensellik zinciri, beynin görme ile ilgili bölgelerine ulaşan sinyallerin o bölgeyi uyarmasıyla sona ermektedir. Elektrik yüklü parçacıklar göremeyeceğine göre, belli ki kapkaranlık beyin içindeki bir bölgenin elektriksel olarak aktif hale gelmesiyle “görme” arasında eksik kalan bazı halkalar veya aşamalar vardır. Ve bu halka veya aşamalar fiziksel olmadığına göre (olsaydı görürdük), fizik-ötesidir. Ancak fizik-ötesi varlıkların varlığını kabul etmek bir tabu yapılınca (ki tamamen bir ön yargıdır), fizik-ötesi halkaların akılları hayrette bırakan özellikleri bir kavanoz kimyasal çözeltisi olan beyine verilmekte, sonrasında da ‘beyinin gizemini çözmek ne mümkün’ edebiyatı yapılmaktadır. Çünkü en gelişkin aletlerle beynin en derinlerine inildiğinde, beynin temel yapı taşlarının bir odun parçasının yapı taşlarından hiç farkı olmadığı görülmektedir.
Her şeyi maddeye bağlama gayretlerinin bir sonucu olarak, fiziksel bir varlığı olmadığı ve gözle görülmediği için aletin kendisinde veya bulutta yüklü yazılımını (ve yazılımda yansımasını bulan kasıt, irade, bilgi ve beceri sahibi mühendis ve yazılımcıları) inkâr ederek ve yok sayarak, iphone ve benzeri akılı telefonların işleyişini doğru olarak anlamak, ne kadar mümkündür? Bu madde-dışına gözünü kapama ön yargısında ısrar ederek ve varlığı sadece telefondaki irili ufaklı parçalarla ve parçalar arası sinyal akışlarıyla sınırlayarak, iphone benzeri yeni ürün geliştirme gayretleri, ne kadar başarılı olur? Robot, tablet, cep telefonu gibi akıllı aletlerin yazılımlarına ‘sürücü’ (driver) denmesi de manidardır. Komutlardan oluşan ve fiziksel bir varlığı olmayan bu sürücüler aletlere yüklenmese veya aletten silinse, bir yığın pahalı parçalardan oluşan o alet cansız bir ceset gibi işlevsiz kalır ve adeta ‘ölür’ – dışarıdan istenildiği kadar elektrik verilse de.
Sebep-sonuç ilişkileri kapsamında baktığımızda, görme eylemi sırasında beyindeki görme merkezine ne baktığımız nesne ulaşır, ne de ondan yansıyan ışık. Ulaşan tek şey, gözdeki retinadan gelen elektrik sinyalleridir. Yani görme merkezi sadece iletilen sinyalleri algılar ve o sinyalleri işleyip bire bir uyumlu imajlara dönüştürerek hayal ekranımıza yansıtır – aynen televizyon aletinin elektromanyetik dalga olarak gelen sinyalleri alıcısıyla alıp işledikten sonra ekrana yansıtması (daha doğrusu ekranı oluşturan binlerce piksel lambacığını açıp kapatması) gibi. Bu demektir ki örneğin elma görüntüsüne karşılık gelen sinyaller bir şekilde beyinde oluşursa, biz gerçek bir elma görürüz – çevremizde hiç elma ve ışık olmasa bile. Aslında bazı şizofreni hastalarında olan aynen budur: beyindeki bir arıza sonucu oluşan sinyaller, aynen retinadan gelen sinyaller gibi, işlenip görüntü oluşturur ve hasta gerçekte olmayan şeyleri görmeye (ve olmayan sesleri işitmeye) başlar. Gerçek ile halüsinasyon birbirinden ayırt edemeyen bu kişileri hasta olduklarını ikna etmek zordur. Benzer bir argümanla, mesela elma yerken tat alma organından beyne gelen sinyalleri suni olarak beyinde oluşturabilirsek, aynen elma yiyormuş lezzetini alırız – hem de hiç elma tüketmeden (Tabi elmadaki vücut için faydalı gıdaları da almadan).
Işık ile aydınlatılmış maddî şeylerin maddî aynadaki madde-dışı görüntüleri olgusundan hareketle, şöyle bir genelleme yapılabilir: Bildiğimiz fiziksel ışık ile aydınlatılmış maddî varlıkların maddî aynalarda maddî göz ile görülen çok sayıda görüntüleri oluştuğu gibi, fizik-ötesi ışıkla (ilim ışığı gibi) aydınlatılmış madde-dışı varlıkların (kavramlar ve imajlar gibi) madde-dışı aynalarda (hayal gibi) madde-dışı gözlerle (akıl gözü gibi) görülen çok sayıda görüntüleri oluşabilir.
Hayal ve Hayalî Varlıklar
İnsandaki madde-dışı hayal, madde-dışı varlıkların ve olayların sürekli olarak var edilip yok edildiği ve yine madde-dışı düşünce ile değiştirilip şekilden şekle sokulduğu son derece dinamik bir âlemdir. Kişinin hayal âlemi, imajlardan oluşmuş adeta kişinin kendine ait bir evrendir. Zaman, mekân ve fizik kanunları kısıtlamalarına tabi olmaksızın, kişi, kendi hayal âleminde istediğini yapar. Hayal edilen imajlar fiziksel varlıklar olmadığına göre, belli ki bildiğimiz fizik âlemi dışında istediğimiz kadar geniş bir “imajlar âlemi” (âlem-i misal) vardır. Bu âlemde varlıkların görülebilmesi için ışığa, ışığı elektrik sinyallerine çevirmeye ve dolayısı ile görme sinirleri ile sinyal iletip beyinde sinyal işlemeye gerek yoktur. Hayal edilen imajlar adeta yine madde-dışı bir “hayal gözü” ile görülmektedir.
Gözle görülüp elle tutulan fiziki varlıklar (gerçek bir elma gibi) yanında, hayal edilen fizik-ötesi varlıkların (düşününce hayalimizde beliren elma imajı gibi) “sanki yok’ gibi ve önemsiz oldukları düşünülebilir. Bu tarz düşünce, herkesin görüp dokunabildiği yani sadece maddeden yapılmış ve yer kaplayan şeyleri gerçek varlık olarak görme ön yargısının doğal bir sonucudur. O yüzden, göz ile görmeye kıyasla, hayal kurma eylemi ve hatta hayalin kendisi değersiz görülebilir.[2] İnsanın beden-dışı varlığının, yani ruhunun bir uzvu olan ve varlık yerine bile koymadığımız ve değerini takdir etmediğimiz hayal, aslında önem sırasında göz, kulak, kol ve bacak gibi maddî uzuvlarımızdan hiç de geri kalmaz. Hayal etme kabiliyetini kaybetmek, zihinsel özürlü olmak demektir.
Eğer hayal olmasaydı, insanlar da diğer hayvanlar gibi içgüdüleri doğrultusunda anlık yaşayacaktı ve hiçbir şey –bir sosyal etkinlik dahil– planlanamayacaktı. Çünkü bir etkinlik planlayabilmek veya bir ürün tasarlayabilmek için, o etkinlik veya ürünün başından sonuna her aşamasını ve tüm ayrıntılarını hayal âleminde var etmek, sonra da o hayalî varlığı bir şablon gibi kullanıp onu madde âleminde aşama aşama gerçekleştirmek gerekir. Eğer hayal olmasaydı, ne eğitim olacaktı ne de bir medeniyet gelişecekti. Hayalinde gerçekleştirdiği düşünce deneyleri ile ünlü Einstein’ın da ifade ettiği gibi, “Hayal etmek, bilgiden daha önemlidir.” Bir kitabın ve hatta tek bir paragrafın yazılması dahi bütün fikirlerin hayalde anlamlı bir bütün olarak düzenlenmesini ve dolayısı ile hayal edilmesini gerektirir. Hayal etme olmasaydı, ne bir yemek hazırlanabilirdi, ne bir bina yapılabilirdi ve ne de bir toplantı düzenlenebilirdi. Hayal olmasaydı, düşünme de olmazdı. Hayal olmasaydı, bir insanla bir ayı arasındaki fark, bir maymunla bir ayı arasındaki farktan çok da fazla olmazdı. O yüzden bu özelliğe dikkat çekmek için denebilir ki, “İnsan, hayal eden bir varlıktır.” İnsanın düşünen, konuşan, ekonomik ve sosyal bir varlık olması, hayal sahibi olmasının bir sonucudur. İnsanlar, bedenleri mevcut an ile kısıtlı olduğu halde, hayalleri ile adeta zamanda seyahat ederek geçmişe ve geleceğe gidebilirler. Böylelikle varlık ve olayları daha fizik âleminde var olmadan hayal âleminde gözlemleyebilirler.
Fizyolojik olarak insan beyni ile hayvan beyni arasında kayda değer yapısal bir fark yoktur. İnsan dışında hiçbir varlığın plan ve tasarım yapamadığı ve dolayısı ile alet kullanamadığı dikkate alınırsa, hayvanların hayal gücünün insanlara kıyasla yok gibi olduğu söylenebilir. Tüm beyinlerin karakteristik özelliğinin elektrik yüklü nöronların komşu nöronlara bağlantı noktalarında (synapses) ateşleme ile sinyal iletme gibi elektriksel aktiviteleri olduğu ve bu yönüyle bilgisayar işlemcisini andırdığı dikkate alınırsa, madde-dışı hayalin maddî beynin bir fonksiyonu olduğu anlayışının hiçbir dayanağı olmadığı görülür. Hayal etme veya rüya görme esnasında, beynin bazı bölgelerinin elektriksel olarak daha aktif olması sebep değil, olsa olsa sonuçtur – pilot kabinindeki bazı kontrol ışıklarının uçağın kalkışı sırasında aktif hale gelmesi gibi. Çünkü, hiçbir elektriksel aktivitenin yani elektrik yüklü parçacıkların hareketinin hayal ürettiği gözlenmemiştir ve gözlenmesi de beklenmemektedir. O halde madde-dışı hayal, insanın madde-dışı varlığının yani ruhun bir uzvu olması gerekir. Hayal edilen varlıkların da madde-dışı olması ve maddî varlık yerine imajlardan oluşması, bildiğimiz fizik âlemine ek olarak, fizik-ötesi bir imajlar âleminin olduğunu gösterir. Fizik âlemi yani evren sadece bir tanedir. Ama her insanın kendine özel bir hayal âlemi veya evreni vardır ve dolayısı ile hayal âlemlerinin sayısı sınırsızdır.
Rüyadaki Gerçeklik
İnsanlarda en derin yanılgılardan biri, iki şeyi hep bir arada gördüğünde birini diğerinin doğal bir parçası veya kaynağı olarak görme ön yargısına kapılmasıdır. Nitekim bu kısıtlayıcı maddeci yaklaşımla, insanın hayal etmesi ve hatta rüya görmesi, önde gelen bazı psikiyatristlerce beynin bazı bölgelerinin aktif hale gelmesinin bir sonucu olarak izah edilmektedir. Onlara göre rüya, beynin hissetme, duygusallık ve bellek ile ilgili kısmında aktif hale getirilmiş elektrik devrelerinin istenmeyen bir yan etkisidir.[4] Beynin, rastgele nöron ateşlemeleri sonucu bu devrelerden gelen düzensiz sinyalleri anlamlı hale getirme gayreti, güya kendini rüya olarak göstermektedir. Kısacası, fizyolojik açıdan rüya tam bir muammadır.
Psikanalistler ise, rüyanın ontolojik boyutundan ziyade psikolojik boyutuyla ilgilenmekte ve gözlemlere dayanarak rüya ile kişilik ve davranışlar arasında bağlantılar kurmaya çalışmaktadır. Örneğin Sigmund Freud’a göre rüya, gerçek hayatta karşılanmayan açık veya gizli arzu ve isteklerin gerçeklik-dışı bir âlemde karşılanma mekanizmasıdır.
İnsanlar hiç rüya görmeseydi ve rüya diye bir şey olmasaydı, kimse bunu yadırgamazdı. Çünkü insan bedeninde ve bilhassa beyninde (ki %75’i sudan ibarettir) rüya görmeyi gerektiren bir yapı ve mekanizma yoktur. Zaten o yüzden pozitivistler rüya görmeye bir anomali yani yaratılışta anormallik olarak bakmaktadır. Rüyanın, uykunun en derin olduğu anlarda yani beyindeki şalterlerin indirilip fizik âlemi ile irtibatın adeta kesildiği ve insan bedeninin ölüme en yakın bir hale geldiğinde görülmesi, oldukça manidardır. İnsan, sanki fizik âleminde ölüme yaklaştıkça, fizik-ötesi bir âlemde hayat bulmakta ve geçmiş ve gelecek olay ve varlıkların imajlarının yer aldığı fizik-ötesi imajlar âleminde gerçek hayatı aratmayan canlı, renkli ve zevkli (bazen da elemli) maceralar yaşamaktadır. Beş duyusu iptal edilerek adeta fizik aleminden soyutlanmış olarak ölü gibi yatakta uzanan bedenle ilgili bu basit gözlem, hayat sahibi olmak, konuşmak ve lezzet almak için maddî bir bedene ihtiyaç olmadığını ve bedensiz canlıların varlığının pekala mümkün olduğunu göstermektedir. Zaman ve mekân üstü olan rüya âleminde zaman adeta genişlemektedir. Bazen bir dakikalık bir rüyada yaşanan olaylar, yapılan sohbetler, görülen yerler, alınan lezzetler ve çekilen elemler dünya hayatında bir güne karşılık gelmektedir.
Rüya âleminde afiyetle yenen “imaj yemeklerden” alınan lezzet, fizik âleminde yenen maddî yemeklerden alınan lezzetten hiç de aşağı değildir. Bedeni hareketsiz, gözü kapalı ve bilinci devre dışı bir madde külçesi iken, insan, rüyada o kadar güzel manzaralar görmekte ve maceralar yaşamaktadır ki uyanmak istememekte ve hatta kendisini uyandırıp gerçek hayata döndürenlere kızmaktadır. Öyle görülüyor ki, yemek yerken dilin üzerindeki binlerce tat alıcıda (taste buds) oluşan sinyaller tat alma sinirleri ile beyine ulaştırıldığında oluşan tat alma duygusu, hiç yemek olmadan ve dil devreye girmeden rüyada ‘yemek imajları’ yiyerek de oluşabiliyor. Yani imajlar âlemindeki “sanal” yemeklerin tadı, madde âlemindeki gerçek yemeklerin tadından hiç de aşağı kalmıyor; üstelik sıfır kalori ile.
İnsan örneğin pizza gibi sevdiği bir yemeği yediğini hayal ederek de yeme lezzeti alabilir. Ancak kişi uyurken rüya âlemindeki yiyeceklerden aldığı lezzet, uyanıkken hayal âlemindeki yiyeceklerden aldığı lezzete kıyasla kat kat fazladır. Hayal âlemindeki imajların gerçekliği, rüya âlemindekilere kıyasla çok daha zayıftır. Ayrıca, hayaller, bilinçli olarak kişinin dışındadır ve kişinin tam kontrolü altındadır. Kişi kurduğu hayalleri yazboz tahtası gibi iradesiyle istediği gibi evirip çevirebilir, isterse yok edebilir. Rüyada ise kişi bütün benliğiyle rüyasının aktif bir öznesidir ve rüyasını “yaşar;” rüya dışında bilinçli bir varlığı yoktur. Rüyada kendisini içinde bulduğu sahneleri ve karşısına çıkan kişileri seçme veya değiştirme gücü yoktur. Gerçek hayatta olduğu gibi, tüm duyuları ile çevresiyle etkileşim halindedir. Fizik-ötesi bir gerçeklikte olduğunu ancak uyanınca anlar.
İnsanın bedeni ve beden-dışı varlığı adeta birbiriyle ters orantılıdır. Beden ne derece devreden çıkarsa, beden-dışı varlık o derece devreye girmekte ve varlığını hissettirmektedir. Uykuda dış âlemle bağlantılı beş duyunun kapanması ve görülen fizik âlemiyle etkileşimin durmasıyla, altıncı his gibi insandaki fizik-ötesi iç âlemle bağlantılı ikincil hisler aktif rol oynamaya başlar ve fizik-ötesi âlemlerle etkileşim ön safhaya çıkar. Güneş varken odada yanmakta olan bir lamba fark edilmez bile. Ama güneş batınca, lamba odada adeta bir güneş gibi doğar.
Rüya, esas olarak beden-dışı bir olgudur ve insanın beden-dışı varlığını yani ruhunu ilgilendirmektedir. Aslında biraz derinlemesine düşününce, insan normal yemek yediği zaman bile, zevk alan beden değil ruhtur. İnsan bedeni, çoğunluğu su olmak üzere moleküllerden oluşan bir matristir ve bir molekül veya molekül kümesinin zevk alması (veya elem duyması) söz konusu değildir. Tabi ki yemekten zevk alma beden vasıtasıyla olur, ama bu beden ötesi bir olaydır. Çünkü yemek yerken dilde tat alma hücrelerinde oluşan elektrik sinyalinin sinirlerle beyindeki bazı hücrelere iletilmesi, bir elektronik aletin belli bir yerinde oluşan bir elektrik sinyalinin sensör ile mikroişlemciye iletilmesinden farklı bir olay değildir. Ve mikroişlemcideki moleküllerin bu elektriksel aktivite sonucu zevk alması düşünülemez. Aynı şey pillerindeki elektrik şarjı ile beslenen robotlar için de geçerlidir. Mikroişlemcisi milyarlarca elektrik devresi içeren gelişkin bir robot ne hayal kurabilir, ne rüya görebilir ne de zevk alabilir. Çünkü maddenin temel yapı taşlarında zevk diye bir unsur yoktur ve zevk alma madde-dışı bir şeydir. O zaman insanın maddeye yani bedeninin her noktasına nüfuz edip onunla bütünleşen ve bilhassa beyinde madde ile etkileşimini sağlayan bir arayüzü de olan madde-dışı bir varlığı olması lazımdır ki, o varlığa dünyanın her yerinde ruh denir.
Rüya esnasında bedende gözlemlenen göz hareketleri ve beynin bazı bölgelerinde artan elektriksel aktiflik, rüyanın kaynağı olamaz; olsa olsa rüyanın bedendeki yansımaları olabilir. Çünkü madde rüya göremez; aynen içine bir miktar yağ, protein, karbonhidrat ve elektrik yüklü iyonlar konmuş bir kova suyun veya milyonlarca elektrik devresi içeren bir bilgi işlemcinin rüya göremeyeceği gibi.
Bedenen ölüme yakın iken yaşanan ve zevkleri ve elemleri ile gerçek hayattan geri kalmayan rüya deneyimi, insan bedenen öldüğü zaman fizik-ötesi bir âlemde fizik kurallarına ve kısıtlarına tabi olmaksızın, bedensiz olarak, ama elem ve zevkleriyle, çok daha yoğun bir hayat yaşamasının gayet makul bir beklenti olabileceğini göstermektedir. Yani, beden büyük etapta devre dışı iken yaşanan rüya hayatı, beden tamamen devre dışı kalınca yaşanacak ölüm-sonrası hayatın adeta bir ön habercisidir. Bu argüman elbette bilimsel bir ispat değildir, ama düşündürücüdür.
Rüyaların anlamının olup olmadığı ateşli bir tartışma konusudur. Piyasada çok sayıda ‘rüya tabirleri’ kitabının varlığı, halk içinde rüyalardan anlam çıkarma konusuna ciddi bir ilginin olduğunu göstermektedir. Ruh, rüyada içinde bulunduğu ortamlardan etkilendiği gibi, beden de ruhu ve dolayısı ile rüyayı etkiler. İnsanın zihni ne ile meşgul ise (unutmaya çalıştığı şeyler dâhil), görüntü işlemcisi hayal o meşguliyetleri görüntülere dönüştürüp kişiye uykusunda sunacaktır. Örneğin yoğun sınav telaşı yaşayan bir kişi, rüyasında haliyle sınavla ilgili sahneler görecek ve sınava geç kalmak gibi korkuları rüyasına yansıyacaktır. Yatağa aç giden kişi, zihni yemekle meşgul olduğu için, midesinin de baskısıyla rüyasında yiyecek peşinde koşacaktır. Gündüz bazı hisleri yoğun olarak yaşayan kişi, gece bu hislerin rüyalarına da farklı şekillerde taştığını görebilir. Hatta yıllar önce yaşanmış ve küllenmiş heyecan verici bir olay, rüyada değişik bir şekilde yeniden kişinin karşısına çıkabilir. Yani kişi rüyasında geçmişe gidip iz bırakan geçmiş olayları tekrar yaşayabilir. Bu tür rüyaların tabiri kendi içindedir ve bunlardan anlam çıkarmaya kalkmak anlamsızdır.
Rüya, herkes için bu görünen fizik âleminden görünmeyen fizik-ötesi gaip âlemlerine açılan bir penceredir. Gündüzleri ağır hayat şartları altında ezilen insanlar için, geceleri yakından ve uzaktan, geçmişten ve gelecekten güzel manzaralar seyrederek bir dinlenme ve ferahlanma vasıtasıdır. Adeta zahmetsiz ve ücretsiz olarak turistik bir geziye veya safariye çıkmak gibidir. Bakınca güzel gören ve gördüğünü iyiye yoran pozitif kişilikli insanlar güzel düşünür ve zihinlerinde güzel levhaların ön plana gelip kötü levhaların arka plana düşmesini sağlar. Zihni güzel levhalarla gül bahçesine çevirmek rüyalara da yansır ve güzel düşünenler bu güzel levhalarla güzel rüya görürler. Güzel rüya görenler de güne yaşam sevinci ile dolu olarak başlarlar ve hayatlarından lezzet alırlar. Bakınca kötü gören ve kötüye yoran negatif kişilikli insanlar ise kötü düşünür ve zihinlerinde kötü levhaların ön plana gelip iyi levhaların arka plana kaymalarına sebep olurlar. Kötü düşünüp zihinlerini kötü levhalarla bir diken tarlasına çeviren bu kötümser kişiler kötü rüya görürler ve yaşam sevinçlerini yitirip hayatlarını hem kendileri hem de yakın çevreleri için ıstıraba çevirirler.
Kişi rüyasında geçmişe gittiği gibi geleceğe de gidebilir. Ruh zaman ve mekân üstü olduğu için, beden devre dışı kalınca, ruh rüya âleminde açık veya örtülü olarak gelecekten sahneler de görebilir. Fazla gelişmiş altıncı hissin görüntülerle donanmış şekli olan bu tür anlam yüklü rüyalara doğru rüya (rüya-ı sâdıka) denir. Rüyalar örtülü olunca, tabir de gerekli olur. Rüyalardan her zaman anlam çıkarılabilir ve rüya yorumlarının psikanalizde özel bir yeri vardır. Ancak rüyalardan çıkarılan anlamların doğruluğundan emin olunamaz.
Altıncı His
İnsandaki malum beş duyu veya his (görme, işitme, tatma, dokunma, koklama), görülen fizik âlemi ile ilgilidir ve insanın çevresi yani dış dünya ile bağlantısını sağlar. Beş duyunun merkezi, dış dünyadan beş duyu organı vasıtasıyla alınan fiziksel sinyallerin işlendiği ve anlamlı hale getirildiği beyindir. İnsanda bu beş duyu dışında fizik-ötesi iç âlemle ilgili çok sayıda başka hisler de vardır; sevgi, şefkat, aşk, şevk, içgüdü, motivasyon, kin, düşmanlık, merak ve altıncı his gibi. Bu fizik-ötesi hislerin de fizik-ötesi bir merkezi olması lazımdır. Varlığın inanılsın veya inanılmasın, o merkeze tüm dünyada “kalp” denir.
Kalp, insandan manalar âlemine açılan bir menfez, bir penceredir. Görünen fizik âlemiyle her türlü bağlantı ve iletişimin santralı ve merkezi beyin ve beyinle irtibatlı olan ve onda yansımasını bulan akıl, zihin ve hayal gibi manevî uzuvlar olduğu gibi, görünmeyen fizik-ötesi âlemlerle bağlantı ve etkileşimin ve derinlemesine anlama, kavrama ve içselleştirmenin merkezi de madde-dışı kalptir. Maddeden yapılı ve tüm bedene kan pompalayan kalp nasıl bedenin merkezi ise, madde-dışı yani manevî kalp de insanın beden-ötesi varlığının merkezidir. Manevi kalbin girdileri, manevî sinyaller olmalıdır. Maddi bir varlığı olmadığı için, manevî hislerin varlığını deney ve gözlemlere dayalı bilimsel bir yaklaşımla direk olarak doğrulamak mümkün olmasa da, varlıkları, insanlardaki yansımalarından hareketle indirek olarak gösterilebilir. Sevgi, merak ve şevk gibi hislerin varlığını herkes kendi içinde hisseder. Bu iç onay bile varlık için yeterli delildir. Örneğin içgüdü (instinct), içten gelip akıl ve muhakemeyi devre dışı bırakarak bir canlının sevk ve idaresine hükmeden bilinç-dışı kuvvetli bir histir. İlham gibi içe doğma veya içten yönlendirmeyi ifade eden içgüdü, bilhassa hayvanlarda yaygın olarak görülür ve bu gözlemler bilimsel açıdan yeterli delildir.
Olacak olayları daha olmadan önce hissetmek, yani bilinmeyenden haber almak olan altıncı his, herkeste az veya çok vardır. Birinden bahsederken veya birini düşünürken hiç beklenmediği halde o kişinin çıkagelmesi (veya telefon açması) çok olur. Demek kişinin geleceği bilgisini kalp bilinç-dışı olarak hisseder. O hissin harekete geçmesi ve zihinde yansıması, kişiyi irade-dışı olarak sebebini bilmeden o kişiden bahsetmeye sevk eder. Bazı kişiler kötü bir şeyin olacağını hisseder ve tedirgin bir bekleyiş içine girerler. Bazılarının da içlerinde hissettikleri izahı olmayan bir sevinç, yakında gelecek olan iyi bir haberin müjdecisi olur. Altıncı his, adeta geleceğe ve bilinmeyen fizik-ötesi gaip âlemlerine yönelmiş bir sinyal alıcısı gibidir. Kişinin altıncı hissi, gelen sinyalin kuvveti, alıcının gücü ve sinyal işleme merkez ve mekanizmasının kabiliyetine göre değişir.
Altıncı his hayvanlarda bile vardır; bazı hayvanların deprem öncesi tuhaf davranışlar sergilemeleri gibi. Altıncı hissin ne olduğu tam olarak anlaşılmasa da, varlığı birçok dikkatle tasarlanmış deneyle doğrulanmıştır. Hatta bazı bilimsel deneylerde, olaylar daha olmadan önce nasıl olacağı hissedilmiştir.[5] Hem altıncı hissin kendisi hem de hissedilen bilgi fizik-ötesi olduğundan, bu hissedilen bilginin nasıl iletildiği sorusu anlamsızdır. Bilginin kendisi de madde-dışıdır ve dolayısı ile hiçbir yerde olmadığı halde her yerdedir. Bu bilginin, kalplerine doğduğu kişilerin kuvvetli bir altıncı hissi olduğu söylenir. Kartal gibi bazı leş yiyici hayvanlar da çok uzak mesafelerden bir leşin varlığını hisseder ve içgüdü veya ilham ile gidip onun yerini bulur. Sonra kaybolmadan yuvasına geri döner.
Matematik Dünyası ve Kapanış
Varlık anlayışı görünen âlemde beş duyusuyla algılayabildiği maddî (daha doğrusu, fiziksel) şeylerle şartlanmış kişiler, hayal, rüya ve altıncı his gibi madde ile bağlantılı ama maddî bir varlığı olmayan şeyleri ‘varlık’ olarak görmekte zorlanmaktadırlar. Hatta böyle fizik-ötesi şeylerin varlığını kabul etmenin bilimsel anlayışa uygun olmadığını düşünmektedirler. Ancak realite hiç de öyle değildir. Örneğin fizik kanunlarının da hiçbir fiziksel varlığı yoktur ve fizik kanunlarını kimse ne görebilir ne de onlara dokunabilir. Ama kimse onların varlığını ve önemini inkâr etmez. Çünkü fizik kanunları adeta evrenin görünmeyen anayasasıdır ve hiçbir yerde olmadıkları halde her yerdelermiş gibi hükümlerini her yerde icra ederler. Görünen fiziksel evrende her şey, fizik kanunlarının oluşturduğu görünmeyen şablonun sınırlarını belirlediği kısıtlar altında hareket etmek zorundadır.
Keza, matematik bilimi tamamen kavramsaldır ve fizik-ötesidir, ve kendine has kavram ve kurallarıyla farklı bir âlemdir. Matematikçilerin görevi, bu büyüleyici soyut matematik âlemin kavram ve kurallarının gerçekliklerini keşfetmek ve bu keşiflerini insanlığın ve bilhassa fen bilimcilerin kullanımına sunmaktır. Matematik bilimi, fizik âlemini tanımlamada ve analiz etmede paha biçilmez bir alet olarak kullanılmasına ve fizik âlemi matematik kurallarına tam uymasına rağmen, hiçbir matematik kuralının veya prensibinin maddî veya fiziksel bir karşılığı yoktur. Elma ve armuttan farklı olarak, matematik sadece hayalde vardır. Eğer evrende insan gibi hayal gücü olan varlıklar olmasaydı, matematik diye bir şey olmayacaktı.
Hatta ileri matematikte yaygın olarak kullanılan kompleks sayıların sayı olarak bile fizik âleminde karşılığı olmayan “hayali” kısmı bilimsel açıdan son derece önemlidir. Çünkü kompleks sayılar olmasaydı, bugün fizik âlemini anlayışımız bu kadar kapsamlı olmayacaktı ve birçok fiziksel olayı derinlemesine irdeleyemeyecektik. Varlıkların, bilhassa insanın, gerçek mahiyetini bütüncül olarak anlayabilmek ve yeni açılımlara zemin hazırlayabilmek için de varlık anlayışını sadece ‘fiziksel varlık’ ile sınırlama katı ön yargısının terkedilmesi ve zihinlerin fizik-ötesi varlık fikrine açılması gerekmektedir. Genel halk tabakası günlük hayatta bunu zaten yapmaktadır.
(Prof. Dr. Yunus ÇENGEL)
0 comments