Dini Bilgiler
İlim öğrenmek isteyenler için ilk ve en önemli kural nedir?
İlim öğrenmek isteyenler için ilk ve en önemli kural nedir? Bu sorunun cevabını Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) döneminden Osmanlıya, Osmanlı’dan günümüze örnek kıssalar ile bulabiliriz. Onlar ilim alırken nelere dikkat ettiler ve ilk kaideleri ne oldu?
Hocaya hürmet, eğitimin en temel prensibidir. Bunun en güzel misâli, ashâb-ı kirâmın Peygamber Efendimiz’e gösterdiği hürmettir. Onlar Efendimiz’in sohbetlerini dinlerken sanki başları üzerinde bir kuş varmış da kımıldasalar uçuverecekmiş gibi edep ve sükûnet içinde bulunurlardı.[1] Efendimiz’in yanında kesinlikle seslerini yükseltmez, yüksek sesle konuşan olursa hemen îkaz ederlerdi. Hazret-i Ebû Bekir ve Hazret-i Ömer gibi büyük sahâbîler bile Efendimiz’e bir şey söylerken sanki bir sır söylüyormuş gibi hafif sesle konuşurlardı. Hattâ yüksek ihtiramları sebebiyle Allah Rasûlü’nün mübârek yüzüne doya doya bakamazlardı.[2]
PEYGAMBER EFENDİMİZ İLE ASHAB
Mısır fâtihi Amr bin Âs -radıyallâhu anh- şöyle demiştir:
“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’le uzun zaman birlikte bulundum. Fakat O’nun huzûrunda duyduğum hayâ hissi ve O’na karşı beslediğim tâzim duygusu sebebiyle, başımı kaldırıp da doya doya mübârek ve nurlu yüzlerini seyredemedim. Eğer bugün bana; «Bize Rasûlullâh’ı tavsîf et, O’nu anlat.» deseler, inanın anlatamam.” (Müslim, Îmân, 192; Ahmed, IV, 199)
Ashâb-ı kirâm, Peygamber Efendimiz’i pür dikkat dinler, söylediklerini en güzel şekilde anlayıp yaşamaya ve tebliğ etmeye çalışırlardı. Nitekim Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir yatsı vakti ashâbına:
“–Yarın namaz için toplanın, size bildirmek istediğim hususlar var.” buyurmuştu. Ashâbdan biri, arkadaşlarına şöyle dedi:
“–Ey falan, sen Rasûlullâh’ın söyleyeceği ilk sözü, sen ikinci sözü, sen de ondan sonrakini iyice belle ki, Allah Rasûlü’nün konuştuklarından hiçbir şey kaçırmayalım…” (Heysemî, I, 46)
ŞEHZÂDE SÜLEYMAN VE İLİM HOCASI
Yıldırım Bâyezid Hân’ın oğlu Şehzâde Süleyman, derslerine karşı alâkasızlığı sebebiyle hocası tarafından hafifçe cezalandırılmıştı. Şehzâde buna hiddetlenerek doğruca saraya gitti ve durumu babasına şikâyetle anlattı. Yıldırım Han da, derhâl hocaefendiyi çağırtıp sordu:
“–Süleyman’ı niçin cezalandırdın a hocam?”
Hocaefendi, gâyet sâkin ve vakur bir şekilde şu târihî cevabı verdi:
“–Pâdişâhım! Şehzâdeniz yarın bu devletin idâresine tâlip olacaktır. Ümmet ona emânet edilecektir. Onun câhil kalması, milletine zarar verir. Evet, o şimdi bir şehzâdedir, ancak henüz ilim ve hâl erbâbı olamamıştır. Dolayısıyla ben onu yetiştirmeye me’mur ve îcâb ettiği şekilde de kendisini terbiyeye mecbûrum…” dedi.
Yıldırım Bâyezîd, hürmetle gözlerini yere çevirdi ve:
“–Haklısınız hocam! Siz, gerekirse, beni bile cezalandırırsınız! Sizin gibi hocaefendiler başımızda olduğu müddetçe, biz cihana hükmederiz.” dedi.
İnce ruhlu Pâdişâh’ın cevabındaki bu nâzik nükteyi kavrayan hoca, ertesi gün, derse gelip de kendisine oğlunu niçin cezalandırdığını sormak isteyen Yıldırım Hân’a kasden iltifat etmedi. Böylece hocasının mânevî rütbesinin babasından yüksek olduğunu gören şehzâde, hatâsını anladı ve o günden sonra derslerine son derece gayret gösteren bir talebe oldu.
FÂTİH SULTAN MEHMED HÂN İLE AKŞEMSEDDÎN HAZRETLERİ
Fâtih Sultan Mehmed Hân, İstanbul’a girerken kendisini çiçeklerle karşılayan insanlara, hocası Akşemseddîn Hazretleri’ni göstermiş ve bu iltifatların, asıl onun hakkı olduğunu ifâde etmiştir. O gün etrafındakilere şunu söylemiştir:
“–Bende gördüğünüz bu sevinç ve huzur, yalnız bu şehrin fethi sebebiyle değildir. Akşemseddîn gibi azîz ve mübârek bir Allah dostunun benim zamanımda ve benimle beraber olmasındandır…”
Sultan Fâtih, çoğu memurlara zamanın geçim şartlarına göre günlük iki-üç akçe verirken müderrisler için günde elli akçe tâyin etmiştir. Ali Kuşçu gibi bâzı büyük âlimlere ise günde iki yüz akçe tâyin etmiş, bütün âile ve akrabasına da bol bol ihsanlarda bulunmuştur.
Târihçi Lâtîfî’nin ifâdesine göre Fâtih Sultan Mehmed, nerede kudretli bir âlimin varlığını duysa, ne kadar uzakta olursa olsun onu binlerce ikram ve iltifatla memleketine davet eder, kendisine yüksek makamlar verirdi. Nitekim zamanın en büyük matematik ve astronomi âlimlerinden Ali Kuşçu İstanbul’a gelirken, ilmine hürmeten, katettiği her menzil için bin akçe takdir etmiştir. İstanbul’a geldiğinde bütün halk ayağa kalkmıştır. O zamana kadar hiç kimse bu şekilde karşılanmamıştır. Fâtih, çalışmalarına kendi bölgelerinde devam eden bâzı ilim adamlarına da her ay yüksek miktarda maaş göndermiştir.[3]
YAVUZ SULTAN SELİM HÂN VE KEMÂL PAŞAZÂDE
Yavuz Sultan Selim Hân ve ordusu, Adana civarında şiddetli bir yağmura tutulmuşlardı. Her yer çamur deryâsı olmuştu. O sırada Selim Han, devrin meşhur âlimlerinden Kemâl Paşazâde ile sohbet ederek gidiyorlardı. Birden Kemâl Paşazâde’nin atı ürktü ve ayağından sıçrattığı çamurla Yavuz’un üstündeki kaftanı kirletti. Kemâl Paşazâde çok üzüldü, rengi attı. Yavuz, ona dönerek mütebessim bir çehre ile:
“–Ulemânın atının ayağından sıçrayan çamur, bizim için şereftir, mübârektir. Bu çamurlu kaftanı, ben ölünce sandukamın üzerine örtün!” buyurdu.
İlim erbâbına gösterilen bu hürmet ve iltifat, Osmanlı Devleti’nde ilmin revaç bulup tekâmül etmesini sağlayan en büyük kuvvet ve destek olmuştur.
Osman Gâzi’nin Şeyh Edebali’si, Yıldırım’ın Emir Sultân’ı, II. Murad’ın Hacı Bayram-ı Velî’si, II. Bâyezid’in Mehdi Paşa’sı, Kânûnî’nin Merkez ve Sünbül Efendiler’i, III. Murad, I. Ahmed ve IV. Murad’ın Azîz Mahmûd Hüdâyî’si… Bu büyük şahsiyetler, hoca ile talebe arasındaki hürmet ve muhabbetin en şanlı misalleridir.
0 comments