Dini Bilgiler
İlahi adalet nasıl tecelli eder?
“Allah mazlumların acı çekmesine neden izin veriyor, neden engel olmuyor bu kötülüklere?” Allah’ın varlığı, adaleti sorgulanabilir mi? İlahi adalet nasıl tecelli eder?
Dört buçuk yaşında tâcize uğrayan, üç yaşında iken sapık bir insanın saldırısı esnasında ölen çocukların anlatıldığı hâdiseler, son zamanlarda toplum vicdanını epeyce rahatsız etti. Gençlerin kafaları karıştı, îmânı kâmil olmayan Müslümanlarımız da:
“-Allah neden izin veriyor mazlumların acı çekmesine, neden engel olmuyor bu kötülüklere?” diyerek çalıyı tepeden sürüklemeye, saf kafaları karıştırmaya başladı. Ciddî ciddî Cenâb-ı Hak sorgulandı, bir suçlu arandı.
Bir hanım:
“-Kızım, «Bu kadar güçlü, kuvvetli, irade ve kudret sahibi Allah, küçücük yavruların acı çekmesine neden izin veriyor; o çocuk ne günah işledi de öldürüldü?» diyerek Allâh’ın varlığını, adaletini sorguluyor. «O zaman neden bize küçükken Allah, küçük çocukları çok sever ve onları kötülüklerden korur diye yalan söylediniz. Zâlim ve güçlü olanlar, her türlü kötülüğü yapabilirken; mazlûm ve zayıf olanlar, her türlü acıya katlanmak zorundalar!.. Bunun neresi adâlet?! Buna Allah ne zaman dur diyecek?!» diyerek isyan ediyor, kâfir olacak diye korkuyorum.” diye bizlere yaşadığı durumu bildiriyor.
İFRAT VE TEFRİT ARASINDA “ORTA YOL”
Saplarla samanların birbirine karıştığı, hâdiseye nereden bakmamız gerektiğine dair görüşümüzü kaybettiğimiz apaçık ortada…
Adâlet; “bir şeyi yerli yerine koymak veya ifrat ve tefrit arasında bulunan orta yol… Her şeye hakkını vermek, Allâh’ın yarattığı her varlığa kendi kabiliyetine ve istîdâdına göre layık olduğu, ihtiyacı olan şeyleri vermesi”dir.
Kâinatın işleyişinde ilâhî bir adâlet mevcuttur. Bilimin bize verdiği bütün bilgilerle baktığımız zaman büyük bir denge ve adâlet sistemi ile kâinâtın yaratıldığını anlarız. Jeoloji, biyoloji, astroloji vb. bilimlerden; bitki, insan ve hayvanın yaratılışına kadar her birisi ince bir hesap ile çok âdil ve ölçülü şekilde yaratılmıştır. Güneş sisteminden insanın görme mekanizmasına kadar her kademede var olan “kozmik bir denge”, Allâh’ın adâletinin yansımasıdır. Kediler uçsaydı, kâinatta kuş kalmazdı; bu, adaletin en basit misâli… Gökler, galaksiler, yer, dağlar, hepsi adâlet üzere olup, Allâh’ın yaratmasında bir adâletsizlik göze çarpmaz.
İşlerin değiştiği nokta, Şems Sûresi’nin 7-10. âyetlerinde zikredilen, “nefsi düzenleyen Allâh’ın, o nefse hem takvâsını, hem de kötülüğü (fücur) ilhâm etmiş olması”… O zaman ortaya şu çıkacak ki; nefsinin kötülüklerine boyun eğen, onu dizginlemeyen ziyan edecek, nefsini kötülüklerden arındırıp sorumluluklarının şuurunda olan kurtuluşa erecek!.. Demek ki insanlardan kimi kötülüğü, kimi ise iyiliği tercih edecek.
Mâide Sûresi 48. âyet-i kerîmede Allâh’ın insanları “lütuf üzere olanlar” ya da “kahır üzere olanlar” diye tek millet olarak yaratmadığını; bunun sebebinin ise, insanları “imtihan etmek olduğu” bildiriliyor. Karşılığında alacağı ceza ve mükâfat da önceden haber veriliyor.
Yani bizler melekler gibi iyilik üzere yaratılmış tek millet değiliz. Zaten öyle olsa idik, imtihanın bir mânâsı da olmazdı. Allah bütün kullarını iyilik-güzellik üzere yaratmış olsa idi, burada insanın hürriyetinden söz edemezdik. Allah, imtihan hikmetine binâen kullarını hem iyiliği, hem kötülüğü yapacak kapasitede yaratmış; iradesinde de onları serbest bırakmıştır.
Anne ve babalarına gençler, en çok hürriyet noktasında isyan ederler. Serbest olmayı, kendi kararlarını kendileri vermeyi isterler. Kadının kocasına karşı en büyük itirazı, kendisine baskı yapması ve sıkmasıdır. Yani fıtratımızda hepimiz hürriyeti seviyor ve istiyoruz. Buna rağmen “Allah, insanları sadece iyilik yapacak şekilde yaratsaydı!” diyen bir kimse, kişiyi bir noktaya kanalize edip mecbur eden Allâh’ı adâletsizlikle suçlamayacak mıydı?
Kullara akıl, vicdan, gönül vb. bütün donanımları verip, bunları kullanma kabiliyeti ile yaratarak iradelerinde serbest bırakan Allah, âdil değil de nedir? Kul neyi yapmayı seçmişse, onu yapacak; neticede yaptığının hesabını da Allâh’a verecektir. İşte bu, adâlettir. Bu noktada da çok âdil olan Allah, insanları, nefisleri onları iyice ele alıp kötülüğe sevk etmesinler diye peygamberler ve kitaplar göndermiştir. Bu, Cenâb-ı Hakk’ın kullarına şefkatinin ne kadar büyük olduğunun alâmetidir!. Geçmiş kavimlerinin helâk olmalarının sebebi, kendilerine peygamber geldiği ve uyarıldıkları hâlde, iradelerini kötü yönde kullanıp zulme devam etmeleridir. “Kavimlerin helâki” de kötülüğü ahlâk edinen insanları uyarmak için büyük bir delildir.
Kulların kötülüğü seçmesi, Allâh’ın rızâsı dâhilinde değildir. Yani Allah, kullarının kötülük yapmasından hoşnut ve râzı olmaz. Lâkin imtihan hikmeti gereği buna izin verir.
Eğer Allah sadece nefislerimize kötülük etmeyi ilham etseydi, adâletten söz edemeyecektik. Ama iyilik ve takvâyı da ilham ettiğine göre, bunları yaratmak, adâletsizlik değil, kötülüğü seçip de zulmetmek adâletsizliktir. Âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulmuştur:
“Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. (Bununla beraber) Allah çoğunu affeder.” (eş-Şûrâ, 30)
“İnsanların bizzat kendi işledikleri yüzünden karada ve denizde düzen bozuldu, ki Allah yaptıklarının bir kısmını onlara tattırsın; belki de (tuttukları kötü yoldan) dönerler.” (er-Rûm, 41)
“-Bu beden benim, kime ne?!” diyen, cinselliğini kimse karışmadan özgürce yaşamak isteyen, gerekirse kürtaj olmayı seçenler, rahatlıkla “Ben biseksüelim!” diyenlerin “Allah kötülere neden izin veriyor?” demeleri, kendileri ile çelişmeleri olmaz mı?
Bir kişi, kendisi için helâk sebebi olan “sınırsız cinsel özgürlüğü” isterken, kötülüklerin ilâhî bir güçle durdurulmasını istemesi, kendisi ile çelişmesi olmaz mı? Hürriyet, sadece iyilere verilince, adâlet olur mu? Hem Allah, bizi hep iyi olmaya mecbur edecekse; ne diye Cehennem de yaratılmış? Cennet için ne diye uğraşılsın?!
İNSAN İÇİN TAYİN EDİLEN KADER
Allâh’ın kullar için tayin ettiği kader, hidâyet ve dalâlet konularında adâlet olmadığını söylüyor, bazıları da… Neden bazıları fakir, bazıları zengin; neden bazıları babasını-annesini kaybediyor, bazıları ikisi ile birlikte büyüyor… Neden bazı çocuklar kronik hastalıkla doğuyor? Neden bazıları güzelken bazıları çirkin? Neden bazıları zeki iken bazıları zekâ özürlü?
Nasrettin Hoca, bir çuval fındık ile girer mescide…
“-Sevinin!” der, “Size fındık getirdim. Şimdi dağıtacağım. Söyleyin hele Nasrettin usûlü mü dağıtayım, Allah usûlü mü?” Cemaat:
“-Allâh’ın taksimâtına uysun!” der.
Başlar Nasrettin Hoca dağıtmaya; kimine bir, kimine üç, kimine yüz, kimine torbanın yarısı, kimine hiç…
Şimdi bu itiraz noktasında sormak lâzım; adâleti anlamaya çalışırken bizim mihengimiz ne olacak?! Adâleti, kulların isteğine göre mi sorgulayacağız? Yani güzellik iyidir, çirkinlik kötüdür; zenginlik iyidir, fakirlik kötüdür; sağlık iyidir, hastalık kötüdür, yaşamak iyidir, ölüm kötüdür mü diyelim?! Bunların her birinin hem iyi, hem kötü yönleri yok mu?
“-Anne ve baba ile büyümeyen bütün çocuklar câni olur, kâtil olur, hırsız olur!” diyebilir miyiz? Ya da anne ve babası olan Firavun, Nemrut çok iyi idiler de babasız dünyaya gelen Hazret-i Îsâ, babasız büyüyen Peygamber Efendimiz kötü müydüler? Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm-’ı Nemrud’a babası teslim etmedi mi? Babasız ve yoksul olan Abdülkadir Geylânî Hazretleri, İmam Nevevî, İmam Buhârî büyük âlim olmadılar mı?
94 yaşında hasretle ölümü bekleyen bir kişi için ölüm iyi değil mi? Küçücük yaşta ölen bir çocuk için ölüm gerçekten kötü mü? Esasında aslolan kader, hidayet ve dalâlet noktasında, adâletten daha çok hikmeti anlamaya çalışmak… Tâif’ten taşlanarak kovulan Peygamber Efendimiz için oradan kovulması ağır bir zulümdü. Lâkin Medîne’ye yönelmeleri, Tâif’ten ümitlerini kesmeleri, taşlanmaları, ilâhî hikmet gereği idi. Yani şu an itibariyle başımıza gelen hâdiseleri adaletsizlikle yargılamaktansa, bunun büyük bir hikmeti olduğunu, Allâh’ın daha kötüsünden korumak için bazı şeyleri elimizden aldığını düşünsek daha mutlu oluruz! Hayatımız içinde yaşadığımız hâdiselerin hikmetini, yaşadığımız anda değil, yıllar sonra anlarız. Belki de bu dünya hayatı boyunca hiç anlayamayız. Bu bizim firâset ve mârifetimizin eksikliği sebebiyledir. Zira evliyâ, başına gelen her ne ise, onda hayır olduğunu düşünmüş, bununla mutlu olmayı bilmiştir.
Herkesin üniversite bitirmesi, herkesin evlenip çok mutlu olması, evlenenlerin hemen çocuğunun olması, kimsenin yoksul olmaması, herkesin işinin olması, herkesin sağlıklı olması, herkesin hep gülmesi ve hiç ağlamaması; bütün bunlar, hep adâlet mi?
İNSAN MUTLULUĞU ÜÇ ŞEYDE ARAR
“-İnsanlar mutluluğu üç şeyde ararlar.” der bir âlim… “Birincisi sahip olduklarında, ikincisi başkalarının gözündeki yerinde, üçüncüsü ise «olduğu»nda…”
Yani mutluluğu iyi bir ev, iyi bir iş, iyi bir eş, iyi bir mevki, sağlık gibi sahip olduğu şeylerde arayanlar bilmeli ki, an gelecek sevdiklerimiz, an gelecek sağlığımız elden gidecek! Mutluluğu bunların üstüne bina edersek her kayıp helâkimiz olur.
Mutluluğu, başkalarının gözündeki şöhretimiz, îtibârımız üzerine kurarsak; doğduğumuz âilede herkesin en kıymetlisi iken, evlendiğimiz âilede kimse tarafından beğenilmez de eleştirilir durursak ne yapacağız? Gerçekten biz kendi âilemizin övdüğü kişi miyiz, eşimizin âilesinin beğenmediği kişi mi? İkisi de değiliz. İnsanların sevgi ve nefretleri ile bize biçtikleri değer, bizi anlatmaz. İnsanın gözünde yükselen, bir gün gelir düşebilir de… O zaman sahip olduklarımız ve elimizdeki tüm maddî imkânlar mutluluğumuzu garantileyemiyor.
“Olmak” dediğimiz, ahlâken olgunlaşmak, nefsimizi kötülüklerden arındırmak, kalb-i selîm, akl-ı selîm, zevk-ı selîm sahibi olmak; ilim, irfan peşinde Allah rızası için koşmak, mârifet, hikmet ve ihsan ehli olmak… İşte burada kişinin “olması” var, mutluluğu var. Bu duygular, kimse tarafından elimizden alınamaz. Dikkat edilirse, burada kişinin iç dünyasındaki olgunluklardan söz ettiğimiz için Cenâb-ı Hak, bu konuda tam adalet sahibi… Mânevî dünyasını geliştirmek, temizlemek, güzelleştirmek, herkes için mümkün…
ELİMİZDE OLAN VE OLMAYAN ŞEYLER
Elimizde olan şeyler vardır. Bunlar; düşüncelerimiz, kelimelerimiz, hayallerimiz ve davranışlarımız, arzularımız, eğilimlerimizdir. Bu saha, bizim sahamızdır ve hür olduğumuz yerdir. İşte biz, hesaba buradan çekileceğiz.
Ölüm, hastalık, fakirlik, mal-mülk, şöhret, mevkî çoğunlukla bizim elimizde değildir. Elimizde olmayan şeyler içinse, bize düşen teslîmiyet, tevekkül ve gayrettir. Bizim hâricimizde olan şeyler, bizim olgunlaşmamıza nasıl engel olabilir? Hastalık bedene engeldir, irâde ve ahlâkımıza değil!.. Fakir olmak, hikmet ehli olmamıza engel değildir. Sevdiğimizi kaybetmemiz, Allâh’a yaklaşmamıza engel değildir. Dünya ve âhirette en kıymetli şey Allâh’a yakın olmaksa, bu “bir şeylere sahip olmakla” değil, belki de “mahrum olmakla” daha mümkündür.
“Muhakkak ki insan kendisini müstağnî (Allâh’a karşı ihtiyaçsız) görürse azar. Kuşkusuz dönüş Rabbinedir.” (el-Alak, 6-8) buyuran Cenâb-ı Hak, bizim sevip istediğimiz şeylerin kişiyi azdıran ve kendisini, Allâh’a karşı ihtiyaçsız ve tenezzülsüz eden şeyler olup, neticede insanın çok da hayrına olmadığını bildirmektedir. O zaman adâlet, sahip olunan şeylerde aranmaz.
ALLAH’IN BİZDEN İSTEDİĞİ
Annesini kaybeder, küçük yaşta… Babası hemen evlenir, üvey anne istemez çocuğu ve dayısında kalır uzun müddet… Söz dinleyen, çalışkan bir çocuk olduğu için dayısı kendisini çok sever, bu durumdan yengesi ve kuzenleri rahatsız olup yok sebepten babasına şikâyet eder dururlar. Babası iyice dövüp, bir daha dayısına göndermez. Evde her gün maddî mânevî şiddet görür ve bir süre sonra evden kaçar. Yirmili yaşlarında, beni annesine benzeten genç, bunları anlatmıştı bir çırpıda…
Allah ile alıp veremediği yoktu. Gerçekten kötü olanın Allah değil, insanlar olduğunu biliyordu. Fakat en güzelini yapmış, hayatında kendisine kötülük yapan herkesin kötülüğünü unutmuş ve gerçekten “ol”muştu. Cenâb-ı Allâh’ın bizden istediği imtihanın özü de bu; her ne ile imtihan olursak olalım, Allâh’ı bulalım!..
Sorumluluklarını yerine getirmekten âciz insanların, habire Allâh’ı adalete davet ettiklerini çok gördüm. Yerdeki oyuncağa takılıp da düşenlerin, gözü ile görüp dikkat etmeyip de oyuncağı yere bırakan çocuğa bağırdığını da…
Servet sahibini kıskanır, özeniriz; güzeli de öyle… Fakat gerçek mânâda “olmuş” olan hayâ sahibi, alçak gönüllü, şeref ve haysiyet sahibini dikkate almayız. Biz hâdiseleri böyle değerlendirirken adâletin gerçekten ne olduğunu idrâk edemeyiz!.. Kulların yapıp etmelerine, iyilik ve kötülüklerine hemen ceza verilmesine dair mükemmel mânâda adâlet, bu dünya dâhilinde mümkün değildir. Zira burası “Dâru’s-Selâm” değildir. Gerçek adâlet, âhirettedir.
Peygamberimiz dahî kendisine kötülük eden herkesin cezasının dünyada verildiğine şahit olamamıştır. Bizim görmemiz ya da görmememiz önemli değildir. Önemli olan, kimsenin yaptığının yanına kalmayacağını bilmektir.
“Kıyamet günü adâlet terazileri kurarız; hiçbir kimse hiçbir haksızlığa uğratılmaz. Hardal tanesi kadar olsa bile yapılanı ortaya koyarız. Hesap gören olarak Biz yeteriz.” (el-Enbiyâ, 47)
“Bir kötülük gördüğünüz zaman elinizle, gücünüz yetmezse dilinizle düzeltin; ona da gücünüz yetmezse kalben buğz ediniz.” (Tirmizî, Fiten, 11; İbn-i Mâce, Fiten, 20) buyuran Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kötülüklerin sorumluluğunu Cenâb-ı Hakk’ın üzerine atıp da kurtulamayacağımızı, elimizi taşın altına koyup kötüler kadar iyilerin de çalışması gerektiğini anlatmaktadır.
İLAHİ ADALET NASIL TECELLİ EDER?
“De ki: Ey kendi aleyhlerine haddi aşmış kullarım! Allâh’ın rahmetinden ümit kesmeyin! Çünkü Allah, bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.” (ez-Zümer, 53) âyet-i kerîmesini delil göstererek, küçük çocuğu tâciz edip öldüren zâlimin affedilmesini adâletsizlik olarak görenler de var.
Bir seminerde dinlemiştim. Hanım, klinik psikologtur ve İngiltere’de bir cezaevinde, talep eden çocuk tacizcisi ile terapi seansı vardır. İri yarı vücudunun büyük bölümü dövmeli, korkunç görünüşlü bir adam çıkagelir görüşme salonuna… İlk önce psikoloğun kendisine dair yargılarını tartmak için çocuklara nasıl tâcizde bulunduğunu anlatır. Psikolog dayanamaz, ara ister, odadan çıkınca:
“-Bu adama en ağır ceza verilmeli idi, biz bunu ne diye terapi ediyoruz!.” diye katıla katıla ağlar.
Süpervizörü içeri girip, işini tamamlamasını söyler. Girer, adam bu kez psikolog hanıma dair iğrenç düşüncelerini anlatmaya başlar. Kadın, tekrar ara ister. Ama hiç kelimeleri ile eleştirmez, kınamaz, «Beter ol, bu sana az bile…» demez.
Bir sonraki görüşmede suçlu adam kendisini denediğini ve psikoloğu olmasına izin verdiğini söyler ve gerçek mânâda anlatma-dinleme başlar. Adam, psikoloğa annesini çok sevip özlediğini, esasında ekmek yapmayı da çok sevdiğini, kendisine fırsat verilirse hapishanede ekmek yapıp annesine harçlık gönderebileceğini söyler. Bu dedikleri yapılır ve annesine harçlık göndermeye başlar. İri yarı, suçlu adamın hayatında çok büyük bir dram vardır ve annesi, kendisini babasının tacizinden kurtarmak için şiddet görmüş, çok acı çekmiştir. Suçlu adamın anlattıkları psikoloğu derinden yaralar:
“-Ben babamdan kurtulmak için kaçardım. O beni yakalar, sandalyeye bağlar ve kötülük ederdi. Annem benim için çok dayak yedi. Babam çok kötü idi, ondan kurtulamadık.”
Allah her kulu, hangi günahı işlerse işlesin, gerçek mânâda tevbe ederse tevbesini kabul edeceğini haber vermiştir. Hiç kimse anasından suçlu, hırsız, sapık doğmaz. İnsanların yaşadıkları, yaptıkları, çevreleri onları değiştirip bozmaya başlar. Allah her kulunu en iyi bilendir. Samimî pişmanlık gösterip hayatını değiştiren kullarının tevbesini kabul etmesi de adâletindendir. Kötülükte inat edip “vicdansız bir kötülük makinesine” dönüşen kuluna, gerek bu dünyada, gerekse âhirette en fecî cezaları takdir etmesi de adâletindendir.
Her birimiz yaptığımız suç ve hatalar sebebiyle hemen ve peşinen cezalandırılmamayı isteriz. Mazeretimizin dinlenmesini, bizi o hataya sevk eden sebeplerin görülmesini ve en sonunda vicdanımızdaki yangının hissedilmesini isteriz. Ama başka bir kişi suç işlediği veya suç şüphesiyle önümüze geldiği zaman, en kısa sürede ve en acımasız şekilde cezalandırılmasının “adâlet” olduğunu düşünürüz. Elbette adâletin aksaması, gecikmesi veya ihmal edilmesi, toplumu büyük bir felâkete sürükler. Lâkin adâlet diyerek zulme sapmak, hak etmeyen kişilere ağır cezalar tatbik etmek, bir pire için yorgan yakmak da hoş görülemez.
Kendini “iyi” zannedip de “Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın!” diyen, “görünüşte iyi” olup, haddi zâtında “kötülüğe engel olmayan kimseler” var olduğu müddetçe, kötülerin zulmünün mazlumları bulması, Allâh’ın adâletsizliği değil, kulların sorumsuzluğudur.
“(O zaman) zulmeden herkes, yeryüzündeki bütün servete sahip olsa (azaptan kurtulmak için) elbette onu fedâ eder. Ve azâbı gördükleri zaman için için yanarlar. Aralarında adâletle hükmolunur ve onlara zulmedilmez.” (Yûnus, 54)
O gün öyle bir mahkeme kurulur ki, hiçbir otorite Allâh’ın muhâkemesine müdahale edemez. O gün öyle bir mahkeme kurulur ki, gizli açık her şey ortaya dökülür ve canlı-cansız her varlık dile gelip şahitlikte bulunur. Bu dünyadaki adâletten yakalarını bir şekilde kurtaranlar için, o gün kaçınılmaz bir son, ilâhî adâlet ve ebedî mahkûmiyet hâlidir.
Rabbimizin sonsuz ve şaşmaz adâletine hamd olsun; yaşanan hâdiselerdeki ibret ve hikmetleri anlamak, hepimize nasip olsun.
0 comments