Dini Bilgiler
Günah Zırhı Diye Bir Şey Duydunuz mu?
HER ÂN İLÂHİ MÜŞÂHEDE ALTINDA OLDUĞUMUZU İDRÂK ETMELİYİZ
Bu beyân-ı nebevîden yola çıkarak denilebilir ki maiyyet ve akrabiyyet murâkabesi, her zaman ve mekânda ilâhî müşâhede altında olduğumuzun, kalpte şuur ve idrâk hâline gelmesidir. Maiyyet murâkabesinde Cenâb-ı Hakk’ın kuluyla her zaman ve mekânda beraberliği hissedilir. Bu murâkabenin bir ileri derecesi olan akrabiyyet murâkabesinde ise, Cenâb-ı Hakk’ın, insan idrâkinin de ötesinde, kişinin kendisine kendisinden bile daha yakın olduğu duygusuna teksif olunur. Öyle bir yakınlık ki, kişinin kalbiyle kendisi arasına giren Yüce Rabbin, kulunun niyetlerini ve gönlünden geçen her şeyi, kulundan daha iyi bildiği şuuruna erilir. Ancak bu şuur içinde olan has kullar, ibâdet, muâmelât, hissiyat, velhâsıl ömürlerini kuşatan bütün davranışlarına îtinâ ederler. Her nefes:
“…Biz ona (insana) şah damarından daha yakınız.” (Kāf, 16) âyetinin muhtevâsı içinde yaşarlar.
GÜNAHLARA KARŞI BİR ZIRH
Bu hâl, günahlara karşı sağlam bir zırh gibidir. Zira insan, kendini ilâhî huzurda bilmekteyken ve kalbi; “Yâ Rabbî!” diyerek Hak ile berâberken nasıl günah işleyebilir?
Bu itibarla bütün mesele, Cenâb-ı Hakk’ın murâkabesi altında olduğumuzu bilerek yaşayabilmektir. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“…Nerede olursanız olun, O sizinle berâberdir…” (el-Hadîd, 4)
Her an zikrullâh ve murâkabe şuuru içinde bulunmanın lüzûmunu ifâde eden şu hadîs-i şerîf de câlib-i dikkattir:
“Allâh’ı unutarak lüzumsuz konuşmalara dalmayın. Çünkü Allâh’ı unutarak yapılan çok konuşmalar, kalbi katılaştırır. Allah’tan en uzak olan kimse ise kalbi katı olandır.” (Tirmizî, Zühd, 62)
NEFS TEZKİYESİ NE DEMEK?
Bir gün ashâb-ı kiramdan biri:
“–Kişinin nefsini tezkiye etmesi ne demektir, ey Allâh’ın Rasûlü?” diye sordu.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Nerede olursa olsun Allâh’ın kendisiyle beraber olduğunu bilmesidir.” buyurdu. (Taberânî, Sağîr, I, 334/555; Beyhakî, Şuab, III, 187)
Yine Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:
“Nerede olursa olsun, Allah Teâlâ’nın yanında olduğunu bilmesi, kişinin îmânının üstünlüğünden kaynaklanır.” (Beyhakî, Şuab, I, 470)
HÂL VE HAREKETLERİMİZİ SÜNNET İLE İSTİKAMETLENDİRMELİYİZ?
Bu hakîkat ışığında ihsân ve murâkabe bahsinde bize düşen; Allâh’ın her an üzerimizde vâkî olan müşâhedesini idrâk ettikten sonra, hâllerimizi, ihsân hâlinin en büyük âbidesi olan Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yüce hâllerine göre istikâmetlendirmektir. O’nun sabrı nasıldı, bizimki nasıl? O’nun cömertliği, vefâsı nasıldı, bizimki nasıl? O’nun namazı, orucu, haccı, zekâtı, kelime-i şehâdeti nasıldı, bizimki nasıl? O’nun Hak yolunda hizmet ve azmi, adâlet ve insâfı nasıldı, bizimki nasıl? Hâsılı bütün bir hayatımızı kuşatan ahlâk ve davranışlarımızı böylece muhâsebe etmeliyiz. Çünkü yegâne fiilî kıstas, üsve-i hasene, yâni kıyâmete kadar beşeriyete en güzel örnek O’dur. O ki, iki cihanda şâhidimiz ve şefaatçimizdir.
HAKK’A KULLUKTAKİ EN BÜYÜK MESELE
Bir vâiz, kürsüde âhiret ahvâlini anlatmaktaydı. Cemaatin arasında Şeyh Şiblî Hazretleri de vardı.
Vâiz efendi, Cenâb-ı Hakk’ın âhirette soracağı suallerden bahisle:
“–İlmini nerede kullandın, sorulacak! Malını-mülkünü nereden kazanıp nereye harcadın, sorulacak! Ömrünü nasıl geçirdin, sorulacak! İbadetlerin ne durumda, sorulacak! Harâma, helâle dikkat ettin mi, sorulacak!..
Bunların ardından, şunlar şunlar da sorulacak!..” diye uzun uzun birçok husus saydı.
Vâizi dinleyen Şiblî Hazretleri, yumuşak bir ifadeyle şöyle seslendi:
“–Ey vâiz efendi! Suâllerin en mühimlerinden birini unuttun! Allah Teâlâ kısaca şunu soracak:
«Ey kulum! Ben seninleydim, sana şah damarından daha yakındım; fakat sen kiminle beraberdin?!»”
İşte Hakk’a kullukta bütün mesele, bu şuur, idrak ve iz’âna ve böyle bir kalbî kıvama sahip olabilmektir!.. Niyetlerimiz O’na mâlûm. Unutmamak gerekir ki, ilâhî hesapta niyetlerimize göre de mîzân edileceğiz.
Cenâb-ı Hak her an ve her yerde bizimle beraberdir. Mühim olan bizim de her an ve her yerde O’nunla beraber olabilmemizdir. Mâiyyet murâkabeleri, gönlümüzü titretmeli, teslîmiyet ve rızâ burçlarına yükseltebilmelidir. Cüz’î irâdemizin, Hakk’ın küllî irâdesi karşısında teslîmiyet ve rızâ hâlleri içinde âdeta eriyip yok olmasıdır.
İHSÂN DUYGUSU KALPTE SABİTLEŞMELİ
Rivâyete göre on dokuzuncu asrın meşhur mutasavvıflarından Şeyh Muhammed Nûru’l-Arabî’nin, “beşerî irâde”yi, yani cüz’î irâdeyi inkâr ettiği yolunda bir dedikodu yayılır. Bunu duyan Sultan Abdülmecid Han, Hazret-i Pîr’in huzur derslerine çağrılmasını ve orada kendisine bu meselenin sorulmasını irâde buyurur. Ferman yerine getirilerek Şeyh huzur dersine dâvet edilir. Orada kendisine meselenin keyfiyeti suâl olunduğunda Hazret şöyle cevap verir:
“Ben umûmî mânâda irâde-i cüz’iyye yoktur deyip onu inkâr etmedim. Ancak bir kısım insanlar için onun âdeta yok hükmünde olduğunu söyledim. Çünkü evliyâullâhın büyükleri, dâimâ huzûr-i ilâhîde olduklarının idrâki içinde yaşadıkları için, irâde-i cüz’iyyelerinde de tezâhür imkânı yok denilecek kadar azdır. Bu sebeple her hâlükârda kendi irâdelerine değil, mülkünde bulundukları Cenâb-ı Hakk’ın irâdesine tâbî olarak hareket ederler. Aksi hâlde, edebe mugâyir davranmış ve kusur işlemiş olurlar.
Meselâ bizler şimdi pâdişâhın huzûrundayız. «Gel» denilir geliriz; «git» denilir gideriz. İrâdemizi, bizi kuşatan pâdişâh irâdesine rağmen isteğimize göre kullanmamız mümkün değildir. Oysa bir de dışarıdaki gâfillere ve diğer mahlûkâta bakın; gâyet serbest ve irâdelerinde hürdürler.”
İhsân duygusu, kalpte sâbitleşerek amellere yansımalı ki, vuslata mecrâ olsun. Yoksa murâkabe hâlini veya ihsân duygusunu yalnız dil ile ifâde etmek, gönle bir şey kazandırmaz.
0 comments