Genel
Ateistler bunu okuyunca imana gelecek! İşte Allah’ın varlığının kanıtları!
Batı’da 18. yüzyıldan itibaren dinin menşei konusunda kutsal kitapların verdiği bilgi dışında bazı kaynakların tesbitine çalışılmış; Arkeolojik, Antropolojik ve Paleontolojik araştırmalarla elde edilen neticeler ve muhtelif kaynaklar değerlendirilerek, ilkel kabile dinlerinden en gelişmiş olanlarına kadar bütün dinlerde “Tanrı” kavramının bulunduğu anlaşılmıştır.
DİNLERİN HEPSİNDE YÜCE VARLIK İNANCI VARDIR
Wilhelm Schmidt, Der Ursprung der Gottesidee isimli eserinde bütün ilkel kabilelerde mutlaka bir yüce varlık inancının delilleri bulunduğunu ispat etmiştir. Onun başkanlığını yaptığı Viyana Etnoloji Ekolü, bu yüce varlığın merhametli, şefkatli, lütuf sahibi olarak tasavvur edildiğini ve gökte varlığını sürdürdüğüne inanıldığını ortaya koymuştur. Bütün dinî gelişmelerin başlangıcında görülen her şeye kadir bir yüce varlık inancının tarihî-kültürel değişmeler sonucu daha sonraları politeizm, animizm gibi inançlara dönüştüğü, bununla beraber bu eski inancın izlerinin hâlâ mevcut olduğu tezi ilmî çevrelerce açıklandı.
İnsan idrâki, selîm bir irâde ve temiz bir tefekkürle Cenâb-ı Hakk’ın sıfatları ile fiillerine (eserlerine) nazar edecek olsa, onun inkârcı olması aslâ düşünülemez. Zihin ve kalp selîm fıtratını muhafaza ederse, bir şahsın küfre sürüklenmesi mümkün değildir. Eğer küfür âleminde yetişmiş bir kimse ise, küfürden kurtulma ihtimâli çok yüksektir. Buna örnek olarak Hz. İbrâhîm’in müşrik bir çevrede doğup büyümesine rağmen sırf zihnî ve kalbî melekeleriyle Allah Teâlâ’nın varlık ve birliğini hissederek tevhîd inancına ulaşması verilmiştir.
ALLAH’IN VARLIĞININ KANITLARI
Bu itibarla, mutlak münkir olmak, düşünen bir beyin için mümkün değildir. Zira bir şeye yok demekle işin içinden çıkılmaz. İknâ edici, doğru delil ve isbatlar gerekir. Allah’ın yokluğunu ispat eden bir delil bulmak mümkün değilken, O’nun varlığını gösteren deliller pek çoktur. Bunlardan, herkesin kolayca müşâhede edip durduğu birkaç misâl şöyledir:
Bebeğin oluşumu, doğması, doğduğu anda annenin süt üretmeye başlaması, çocuğun büyümesi, akıl ve idrak sahibi olması…
Göklerin ve yerin insanın yaşamasına müsait bir şekilde yaratılması, insanların aynı anne babadan çoğalmış olmalarına rağmen dillerinin ve renklerinin farklı farklı olması…
İnsanların gece istirahat edip uyumaları, gündüz de rızık temini için gayret etmeleri ve bu vakitlerin bahsedilen işler için en uygun şekilde ayarlanmış olması… Gece ile gündüz, Güneş ile Ay ve bunlardaki şaşmaz nizâm…
İnsana korku ve ümit veren şimşeğin çakması, gökten suyun gâyet muntazam bir şekilde inmesi ve kupkuru, ölmüş gibi görünen toprağı harekete geçirip tekrar diriltmesi…(Fussılet, 37, 39)
Göklerin ve yerin çok dakik bir sistem dâhilinde ayakta durması ve içlerindeki sayıya gelmez canlıların yaratılması…
Rüzgârların yağmuru müjdeleyerek esmesi, bulutları muhtelif yerlere sevketmesi, göllerin ve denizlerin oluşması, dağ gibi gemilerin binlerce groston ağırlıklarıyla su üstünde yüzmesi, üzerine yüzlerce uçağın inip kalktığı küçük bir şehir mâhiyetindeki uçak gemilerinin okyanuslarda yol alması, aynı su ve aynı toprakla beslendikleri hâlde farklı farklı bitkilerin yetişmesi…[4]
Bütün canlılara gökten ve yerden rızık verilmesi… (Fâtır, 3)
Bu ve benzeri kudret tezâhürleri pek çoktur. Mevlânâ Celâleddin Rûmî Hazretleri şöyle der:
“Ey oğul, yazıyı bir yazarın yazdığını düşünmek mi, yoksa kendi kendine yazıldığını düşünmek mi akla daha uygun düşer?
Ey hünersiz kişi, söyle bakalım, evin bir ustası, bir mimarı olmasını düşünmek mi akla daha uygundur, yoksa ustası ve mimarı olmadan evin kendi kendine meydana geldiğini düşünmek mi?
Güzel bir san’at eseri, tembel ve gayretsiz bir adamın elinden mi çıkar, yoksa mahâretli, gözü görür, hissiyât sahibi bir kişinin eseri midir?” (Mesnevî, c. 6, beyt: 368-371)
“Ey akıllı kişi; su kabı sakanın elinde olmasaydı, kendiliğinden nasıl dolar, nasıl boşalırdı? Sen de her an, her nefes dolmadasın, boşalmadasın! Şu halde, ey hikmet sahibi kişi; o eşsiz, o büyük Yaratıcı’nın san’at elindesin! Birgün olur da gözündeki perde kalkar, sır bağı çözülürse, san’atın, san’atkârın elinde halden hâle girmekte olduğunu anlarsın!” (Mesnevî, c. 6, beyt: 3332-3341)
Gökleri direksiz yükseltmek, Güneş’i ve Ay’ı kendi emrine âmâde kılmak[5] gibi büyük işler, aklı sayesinde en kuvvetli varlık da olsa, insanın yapabileceği bir şey değildir. Bunun kendi kendine olması da düşünülemez. Duyu organlarımızla algıladığımız cisimlerin sürekli ihtiyaç içinde bulunduğunu ve devamlı değişikliğe mâruz kaldığını müşâhede etmekteyiz. Başkasına muhtaç olan ve değişen her şey kadîm olmayıp sonradan yaratılmıştır. Aklımız da, bu kusurları taşıyan, hareket ve sükûndan uzak kalamayan kâinatın yaratılmış olduğunu, her yaratılan şeyin de bir yaratıcısı olduğunu kabul eder.
ALLAH’A MUHTACIZ
İnsan, başta kendisi olmak üzere göklerde ve yerdeki canlıların her şeyleriyle Allah Teâlâ’ya muhtaç olduğunu devamlı müşahade etmektedir. En basitinden şunu görmektedir: Diğer canlılarla birlikte insan organizmasındaki faaliyetlerin hemen tamamı -mesela kalp atışları, nefes alıp vermek, böbreğin kanı süzmesi, diğer bütün organ ve hücre içi faaliyetlerle bunlar arasındaki haberleşme ve yardımlaşma faaliyetleri- insan iradesinin dışındaki programlarla idare edilmektedir. İnsan vücûdundaki sadece bir tek doku hücresinin içindeki yüzlerce çeşit biyokimyasal reaksiyonun yönetimi ve kontrolü bizim irade ve şuurumuza bırakılsaydı, belki birkaç dakika bile dayanamazdık.[7] Bunu tefekkür eden insan, dünya üzerindeki bütün canlı ve bitkilerin, hayatta kalabilmek için nasıl büyük bir ilim ve kudret sahibi varlığa muhtaç olduğunu hemen fark eder.
[1] Prof. Dr. Günay Tümer, “Din” mad., DİA, IX, 315-316.
[2] Prof. Dr. Günay Tümer, “Din” mad., DİA, IX, 317.
[3] En‘âm, 76-79.
[4] Rûm, 20-46; Şûrâ, 29, 32; Yâsîn, 33-41; Bakara, 22. Ayrıca bkz. İbrahim, 32-33; Rûm, 40, 48, 54; Fâtır, 9; Mü’min, 61, 64, 79; Câsiye, 12; Talak, 12.
[5] Ra’d, 2.
[6] Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 11-19; Prof. Dr. Bekir Topaloğlu, “Allah” mad., DİA, II, 475.
[7] Doç. Dr. Şâkir Kocabaş, Kur’ân’da Yaratılış, İstanbul 2004, s. 115.
0 comments