Dini Bilgiler
Ağlayan Hurma Kütüğü
İlk zamanlar Medîne’de mescit yoktu. Allâh Resûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, nerede bulunurlarsa namazlarını orada edâ ederlerdi. Çok geçmeden Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Kubâ’dan sonra ikinci mescidi de inşâ ettirdiler. Bu mescid, şimdiki Mescid-i Nebî’dir.
Allâh Resûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Medîne’ye teşrîflerinde Neccâroğulları’nın evleri hizâsına gelince, devesi Kasvâ, mescidin yapılacağı yere çökmüştü. Bu arsa o zaman Neccâroğulları’ndan Sehl ve Süheyl ismindeki iki yetim gence âit hurma kurutma yeri idi.
MESCİD-İ NEBİ’NİN İNŞASI
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Kasvâ’nın üzerinden inmiş ve:
“–İnşâallâh menzil burasıdır!” buyurmuştu. Daha sonra:
“−Bu arsa kimin?” diye sorduğunda Muâz bin Afrâ -radıyallâhu anh-:
“−Yâ Resûlallâh! Amr’ın oğulları Sehl ve Süheyl’indir!” demişti. Resûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onları çağırarak bu yeri onlardan satın almak istedi:
“−Bu arsanızın bedelini bana söyleyiniz?” buyurdu.
Gençler:
“−Hayır yâ Resûlallâh! Biz orayı Sana hediye ederiz! Vallâhi biz onun bedelini Allâh’tan başkasından istemeyiz!” dediler.
Peygamber Efendimiz onların arsayı hediye etmelerine râzı olmadı, ücretini vererek satın aldı. (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr 45, Salât 48; Müslim, Mesâcid 9)
Arsada müşriklerin kabirleri, oyuk, tümsek yerler ve hurma ağaçları bulunuyordu. Allâh Resûlü emir buyurdu, müşriklerin kabirleri açılarak, kemikleri başka bir yere nakledildi, harap yerler düzeltildi ve hurmalar kesildi.[1] Daha sonra Resûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kerpiç kesilip hazırlanmasını istedi.[2]
Ebû Saîd -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:
“(Mescidin inşâsında) Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de ashâbıyla birlikte kerpiç taşıyor, bir yandan da:
هذَا الْحِمَالُ لاَ حِمَالَ خَيْبَرْ
هـذَا أَبَـرُّ رَبـَّنَا وَأَطْهَرْ
«Bu yük Hayber yükü değildir. Bu, Rabbimize karşı icrâ edilen en iyi ve en temiz bir iştir.» diyordu.
(Peygamber Efendimiz bu sözleriyle; taşımakta oldukları yükün dünyevî bir menfaat için olmadığını, insanların Hayber’den ticâret gâyesiyle getirdikleri hurma ve kuru üzüm gibi maddî metâlardan daha hayırlı ve hoş olduğunu ifâde buyuruyordu.)
Toprak taşıyan bir adam, Âlemlerin Efendisi’ne rastlayınca O’na:
«−Ey Allâh’ın Resûlü! Müsâade buyrun, kerpicinizi ben taşıyayım!» dedi. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- ise cevâben:
«−Sen git, başka bir tane al! Zîrâ sen Allâh’a benden daha çok muhtaç değilsin!» buyurdu.” (Semhûdî, I, 333)
Peygamber Efendimiz, hem mânevî mes’ûliyeti îcâbı hem de Müslümanları çalışmaya teşvîk için kendileri de çalışıyorlardı.[3] Bunun üzerine ashâb-kirâmdan biri şu beyti söyledi:
لَئِنْ قَعَدْنَا وَالنَّبِيُّ يَعْمَلُ
لَذَاكَ مِنَّا الْعَمَلُ الْمُضَلَّلُ
“Peygamber çalışırken biz oturursak, and olsun ki bu amel, bizim için ancak dalâlet olur!” (İbn-i Hişâm, II, 114)
Mescidin inşâsı esnâsında Hadramevtli, iyi çamur karan bir adam geldi. Allâh Resûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- o adama:
“−Sanatını güzel ve sağlam yapan kişiye Allâh rahmet etsin! Sen bu işe devâm et, görüyorum ki işini iyi yapıyorsun.” buyurdu. (Semhûdî, I, 333; Diyârbekrî, I, 344)
“ALLAH İŞİNİ GÜZEL YAPANLARI SEVER”
Cenâb-ı Hak da, Müslümanların her işinin güzel olmasını murâd ediyor ve âyet-i kerîmede; “أَحْسِنُوا: Yaptığınızı güzel yapın, işlerinizi iyi yapın!” diye emrediyor. Hemen akabinde de “Allâh işini güzel yapanları sever.” buyuruyor. (el-Bakara, 195)
Resûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- mescidin inşâsında ashâbıyla birlikte kerpiç taşırken bir Müslümana âit olan şu mısrâları da terennüm ederdi:
اَللّٰهُمَّ إِنَّ اْلأَجْرَ أَجْرُ الْاٰخِرَهْ
فَارْحَمِ الْأَنْصَارَ وَالْمُهَاجِرَهْ
“Allâh’ım! Hakîkî mükâfât âhiret ecridir. Ensâr’a ve Muhâcirlere rahmet eyle!” (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 45)
Herkes kerpiçleri birer birer taşırken Ammar bin Yâsir -radıyallâhu anh-, biri kendisi, diğeri de Peygamber Efendimiz için olmak üzere ikişer ikişer taşıyordu. Allâh Resûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onu gördü, tozlarını silkeledi ve:
“−Ey Ammar! Sen niçin kerpiçleri arkadaşların gibi birer birer taşımıyorsun?” diye sordu.
O da:
“−Allâh’tan, bunun ecrini diliyorum!” dedi.
Bunun üzerine, Peygamber Efendimiz onun sırtını sıvazladı ve:
“−Ey Sümeyye’nin oğlu! Diğer insanlar için bir ecir var, senin için ise iki ecir var!” buyurdu. (Ahmed, III, 91; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, III, 256)
Şu rivâyet de müslümanların kadın-erkek Mescid-i Nebî’nin inşâsında şevkle çalıştıklarını göstermektedir:
“Abdullâh bin Evfâ -radıyallâhu anh-, hanımı vefât ettiğinde halka şöyle seslendi:
«–Onun tabutunu taşıyın, hem de şevkle taşıyın! Çünkü o ve köleleri, takvâ üzerine kurulan Peygamberimiz’in mescidinin taşlarını geceleyin taşırlardı. Biz (erkekler) de gündüzleri ikişer ikişer taşıyorduk.” (Heysemî, II, 10)
MESCİD-İ NEBİ’NİN ÖZELLİKLERİ
Mescid-i Nebî, dörtgen biçiminde olup boyu ve eni yaklaşık yüzer zirâ’[4], yüksekliği de üç zirâ’ı taştan, üst tarafı kerpiçten olmak üzere beş veya yedi zirâ’ kadardı.[5] İnşaatta çamurdan harç kullanıldı.[6] Mescidin kıble tarafına direk olarak hurma ağacı gövdeleri dizildi. Tavanı ve direkleri hurma dallarındandı.[7] Bir mihrâbı ve üç kapısı mevcuttu. Mihrâbı Beytü’l-Makdis’e (Kudüs’e) doğru idi. Kıble, Beytü’l-Makdis’ten Kâbe’ye çevrilince, Peygamber Efendimiz birinci kapıyı kapattı. Onun yerine, Şam duvarında başka bir kapı açtı.[8]
PEYGAMBERİMİZİN HANE-İ SAADETİ
Mescidin yanına Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve âilesinin ikâmeti için iki oda yapıldı.[9] Daha sonra bu odaların sayısı artırıldı.
Annesi, Ümmü Seleme vâlidemizin câriyesi olan ve bu sebeple çocukluğunu Allâh Resûlü’nün hâne-i saâdetlerine yakın bir çevrede geçiren Hasan-ı Basrî Hazretleri, o dönemde bu odaların tavanına elini ulaştırabildiğini ifâde etmektedir.[10] Bu ifâdeden, odaların pek yüksek olmadığı anlaşılmaktadır. Efendimiz’in odalarının kapıları ise siyah kıldan yapılmış keçelerden ibâretti.[11]
Tâbiînin büyük imamlarından Saîd bin Müseyyeb, bu odaların Emevîler döneminde yıkılıp Mescid-i Nebevî’ye ilhâk edilmeleri sebebiyle duyduğu tahassürü şöyle ifâde etmiştir:
“Vallâhi bunların aynen bırakılmalarını ne kadar arzu ederdim! Böylece yeni yetişen nesil ve buraları ziyârete gelen insanlar, Allâh Rasûlü’nün hayatta ne ile iktifâ ettiğini görürler de, mal çoğaltmaya ve bununla övünmeye rağbet etmezlerdi.” (İbn-i Sa’d, I, 499-500)
Mescidin üzeri hurma dalları ve yapraklarıyla örtüldüğü için yağmur yağdığında içi çamur olurdu. Peygamber Efendimiz, Ramazan’da îtikâfa çekildiği sırada yağan yağmur mescidin içine akmış, Resûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- sabah namazını kıldırdığı zaman alnında ve yüzünde çamur izleri görülmüştü.[12]
Yine bir gece yağmur yağmış, yerler ıslanmıştı. Bir şahıs, elbisesi ile kum taşıyıp mescidin zeminine serdi. Resûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- namazı edâ edince:
“−Bu, ne kadar güzel!” buyurarak memnûniyetini izhâr etti. (Ebû Dâvûd, Salât, 15/458)
Temim-i Dârî -radıyallâhu anh-, Şam’dan Medîne’ye dönerken yanında birçok kandil, yeterince yağ ve ip getirdi. Medîne’ye vardığında cuma günüydü. Hizmetçilerinden Ebu’l-Berrâd’a, kalkıp ipi bağlamasını, kandilleri asmasını, onlara su ve yağ koyarak fitili takmasını emretti. O da denileni yaptı ve güneş battıktan sonra kandilleri yaktı. Allâh Resûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- mescide gelip içerinin aydınlık olduğunu görünce:
“–Bunu kim yaptı?” diye sordu.
Oradakiler:
“–Temim yaptı ey Allâh’ın Resûlü!” dediler. Buna oldukça sevinen Fahr-i Kâinât Efendimiz şöyle buyurdu:
“–İslâm’ı nurlandırdın ve mescidini süsledin, Allâh da seni dünyâ ve âhirette nurlandırsın!” (Semhûdî, II, 596-597; İbn-i Hacer, el-İsâbe, II, 18)
Mescid-i Nebevî, Peygamber Efendimiz’in ifâdesiyle, ibâdet ve ziyâret maksadıyla yolculuk yapmaya değer üç mescidden biridir. (Buhârî, Fadlu’s-salât, 1; Müslim, Hac, 505-510) Nitekim bir hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Evimle minberim arası cennet bahçelerinden bir bahçedir. Minberim havuzumun üzerindedir.” (Buhârî, Fadlu’s-Salat 5, Fedailu’l-Medine 11; Müslim, Hacc 502)
Resûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Mescid-i Nebevî’de kılınan namazın, Mescid-i Haram hâriç diğer yerlerde kılınan namazlardan bin kat daha fazîletli olduğunu haber vermektedir. (Buharî, Fadlu’s-salât, 1; Müslim, Hac, 505-510)
AĞLAYAN HURMA KÜTÜĞÜ
Enes’in -radıyallâhu anh- anlattığına göre, Âlemlerin Efendisi bir hurma kütüğüne dayanarak cemaate hitâb ederdi. Görülen lüzûm üzerine bir minber yapıldı, Resûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onun üzerinde hutbe vermeye başladı. Allâh Resûlü’nün daha önce üzerine dayanarak hutbe okuduğu hurma kütüğü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in kendisini terk etmesi üzerine, deve inleyişine benzer bir sesle inleyip ağlamaya başladı. Bunun üzerine Resûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz minberden inip kütüğü okşadı. Kütük inlemeyi bırakıp sükûnet buldu. (Buhârî, Cuma, 26; Tirmizî, Menâkıb, 6/3627)
Peygamber Efendimiz:
“O, yanında yapılan zikrullâhtan uzak kaldığı için ağladı!” buyurdu. (Buhârî, Menâkıb, 25; Ahmed, III, 300)
Daha sonra minberin altına bir çukur kazılıp kütük oraya gömülmüş veya tavana konulmuştur. Hazret-i Osman devrinde mescid yeniden yapılmak üzere yıkıldığında, bu kütüğü Übey bin Ka’b -radıyallâhu anh- almış ve kurtlar tarafından yenilip un ufak oluncaya kadar evinde saklamıştır.[13]
MESCİD-İ NEBİ NEDEN İNŞÂ EDİLDİ?
Resûlullâh’ın -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Medîne’ye teşrîflerinde, birbirine kenetlenmiş sağlam bir İslâm cemiyetini meydana getirmek için attığı ilk adımlardan biri, Mescid-i Nebevî’nin inşâsı olmuştur. Zîrâ Müslümanlar arasında kardeşliğin teessüsünde; mal, makam ve îtibar farklılıklarından sıyrılarak her gün beş vakit Allâh’ın evinde bir araya gelmenin mühim bir tesiri vardır. Bu sebeple İslâm şehirleri umûmiyetle merkezden dışa doğru genişleyen bir yapıda teşekkül etmiş, merkezde câmi yer almış, evler onun etrâfına yapılmıştır.
Asr-ı Saâdet’te mescid, mâbed hüviyetinin yanı sıra aynı zamanda bir mektep, şûrâ toplantılarının yapıldığı bir mekân, idârî ve askerî mevzûların konuşulduğu bir merkez, bir hastane ve bir dinlenme yeri gibiydi. Mesciddeki ders, sohbet ve zikir meclislerinin müdâvimi olan, bekâr ve evsiz sahâbîlerin barınma yeri de yine mescidin suffesiydi. Bu durumda Mescid-i Nebevî, bir bakıma misâfirhâne vazîfesi de görüyordu.
[1] Müslim, Mesâcid, 9.
[2] İbn-i Sa’d, I, 239.
[3] Fahr-i Kâinât Efendimiz bu davranışı ile idâre mevkiinde bulunan şahısların mes’ûliyetini ne güzel ortaya koymuştur: Her işte önde olmak ve yapılacak iş ne olursa olsun küçük görmemek, kibre kapılmamak… Allâh Rasûlü’nün üsve-i hasenesinden istifâde eden Sultân I. Ahmed Han Hazretleri de, kendi adıyla anılan bir san’at hârikası ve şâheser olan câminin inşaatında, elinde kazma-kürek ile bir işçi gibi çalışmıştı. Vefâtından sonra Gevher Nesîbe Hâtun rüyâsında onu, cennette çok ihtişamlı bir mekânda görmüş ve merakla sormuş:
“–Baba, hangi amelinle bu güzel mertebeye vâsıl oldun?”
Sultân Ahmed:
“–Kızım, bu câmiyi yaptırırken sırtımda taş taşıdım. Bu makâmı elde etmemin sebebi budur!” demiş.
Ahmed Han, bu İslâm ahlâkını sergilediği zaman, Osmanlı Devleti toprak genişliği bakımından en geniş sınırlarda idi. Dünyâ kralları, bu devletin ihtişâmı karşısında eğiliyor ve sadrazamların eliyle tâc giyiyorlardı.
0 comments