Dini Bilgiler
Para Yılan Gibidir? Girdiği Delikten Böyle Çıkıyor…!
HELAL VE HARAM LOKMA
Kazanılan mal ve yenilen gıdaların helâl veya haram olması, insanın duygularına ve amellerine tesir ettiği gibi hayatının akışına da yön verir. Zira malda öyle bir hususiyet vardır ki helal mal, haram yollara gitmediği gibi, haram mal da helal yola ve hayırlı bir işe nasîb olmaz.
İslâm, insanın maddî ve mânevî yapısını muhafaza etmek için, yenilen gıdaya çok ehemmiyet verir. Bu sebeple insanlık târihinde ilk defa bir gıda rejimi ortaya koymuş, neyi nasıl yemek gerektiğini açıklamıştır. Bunlara ilâveten bir de gıdanın helâl olması gerektiği üzerinde hassâsiyetle durmuştur. Zira gıdaların kimyevî muhtevâları kadar, mânevî vasıfları da, kendisiyle beslenenlerin rûhî temâyülleri ve irâdeleri üzerinde rol oynar. Hatta babanın yediği gıdanın helâl veya haram olması, ondan meydana gelen çocuğun bile irâde ve ihtiyarı üzerinde müessir olur.
“PARA YILAN GİBİDİR, GİRDİĞİ DELİKTEN ÇIKAR”
Kazanılan mal ve yenilen gıdaların helâl veya haram olması, insanın duygularına ve amellerine tesir ettiği gibi hayatının akışına da yön verir. Zira malda öyle bir hususiyet vardır ki helal mal, haram yollara gitmediği gibi, haram mal da helal yola ve hayırlı bir işe nasîb olmaz. Bu sebeple “Para yılan gibidir, girdiği delikten çıkar” denilmiştir.
ALLAH’IN HELAL KILDIĞI RIZIKLAR
Cenâb-ı Hak, Hz. Âdem ile Havvâ vâlidemizi cennette yarattığında, oradaki meyvelerden bol bol yemelerini, sadece bir ağaca yaklaşmamalarını söylemişti. Ancak şeytan vesvese vererek onlara bu yasağı câzip gösterdi. Ağaçtan yedikleri takdirde melek olacakları ve cennette ebedî kalacakları gibi yüksek mânevî vaadlerde bulunarak Allah’ın yasağını çiğnetti.[1] Aynı şekilde dünyada da Allah Teâlâ’nın helâl kıldığı rızıklar pek çoktur. Haramları ise mahduttur. Lâkin nefis ve şeytan; daha çok ve daha kolay kazanmak, hayır yapmak gibi muhtelif vaadlerde bulunarak haramları câzip gösterir ve pek çok kişiyi aldatır. Cenâb-ı Hak bu hakîkatlere işâretle şöyle buyurur:
“Ey insanlar! Yeryüzünde bulunanların helal ve temiz olanlarından yiyin, fakat şeytanın peşine düşmeyin, zira şeytan sizin açık bir düşmanınızdır.” (Bakara, 168)
“Allah’ın size helâl ve temiz olarak verdiği rızıklardan yeyin ve kendisine iman etmiş olduğunuz Allah’tan korkun!” (Mâide, 88. Bkz. Nahl, 114; Enfâl, 69)
HELAL YİYECEK ÖRNEĞİ
Yine Kur’ân-ı Kerim’de haber verildiğine göre, önceki ümmetler içinde yaşayan Ashâb-ı Kehf, asırlar süren uykularından uyanınca, canlarından evvel Allah’ın emrini düşünerek:
“…Şimdi, içinizden birini şu gümüş paranızla şehre gönderin de, baksın, (şehrin) hangi yiyeceği daha temiz ise size ondan erzak getirsin!..” dediler. (Kehf, 19) Böylece helâl gıda konusundaki hassasiyete güzel bir örnek oldular.
HELAL KAZANÇ YOLLARI
Demek ki insan, hem kendisi hem de bakmakla yükümlü olduğu kişiler için helâl yollardan kazanç elde etmek zorundadır. Peygamber Efendimiz’in âzadlısı Râfi (r.a) şöyle der:
“–Ey Allah’ın Rasûlü! Bizim çocukların üzerinde hakkımız olduğu gibi onların da bizim üzerimizde hakları var mıdır?” diye sordum. Şöyle buyurdu:
“–Çocuğun baba üzerindeki hakkı ona yazı yazmayı, yüzmeyi, atıcılığı öğretmesi ve kendisine helâlden başka rızık yedirmemesidir.” (Beyhakî, Şuab, VI, 401; Ali el-Müttakî, XVI, 443)
Resûlullah (s.a.v):
“Kim temiz rızık yer, sünnete uygun amelde bulunur ve insanlar onun şerrinden emin olurlarsa, o kişi cennete girer” buyurmuştur. (Tirmizî, Kıyâmet, 60/2520; Hâkim, IV, 117/7073)
EN HELAL RIZIK
En helâl rızık kişinin kendi el emeğiyle kazandığıdır. Allah Resûlü (s.a.v) Tebük’ten dönerken, Sa‘d el-Ensârî (r.a) kendisini karşıladı. Resûlullah (s.a.v) onunla musâfaha yapıp ellerinin nasırlaşmış olduğunu görünce:
“–Elin neden böyle?” diye sordu. O da:
“–Bunlar kürek ve çapa izidir. Bunlarla çalışıp âilemin nafakasını kazanıyorum” dedi. Onun bu hâlinde ziyâdesiyle memnûn kalan Rasûlullah (s.a.v):
“–Bunlar ateşin temas etmeyeceği ellerdir” buyurdu. (İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ğâbe, I, 424-425; İbn-i Hacer, el-İsâbe, III, 86)
Diğer bir rivâyette:
“–Bunlar, Allah Teâlâ’nın sevdiği ellerdir” buyurmuştur. (Serahsî, Mebsût, VII, 62)
“BİR AĞZINDAN GİRENE, BİR DE AĞZINDAN ÇIKANA DİKKAT ET”
Haramla beslenen vücut ise, cehennem odunu olmaya lâyıktır. Dolayısıyla, Müslümanlar “Bir ağzından girene, bir de ağzından çıkana dikkat et!” sözünü düstûr edinirler.
Hz. Ebûbekir Sıddîk’ın bir hizmetçisi vardı, kazancının belli bir kısmını ona verir, o da bundan yerdi. Yine bir gün hizmetçi kazandığı bir şeyi getirdi. Hz. Ebûbekir (r.a) de ondan bir lokma aldı. Bunun üzerine hizmetçi:
“–Her akşam bana kazancımın mâhiyetini sorardın, bu akşam sormadın?!” dedi. Ebûbekir (r.a):
“–Çok acıkmıştım, sormayı unuttum, peki söyle bakalım nasıl kazandın?” diyerek açıklamasını istedi. Hizmetçi:
“–Câhiliye devrinde, hiç anlamadığım hâlde falcılık yaparak bir kişiyi aldatmıştım. Bugün onunla karşılaştık. O yaptığım işe karşılık size ikram ettiğim bu yiyeceği verdi” deyince Hz. Ebûbekir, parmağını boğazına götürdü ve (tüm eziyetine rağmen) yediklerinin hepsini çıkardı. Hizmetçiye dönerek:
“–Yazıklar olsun sana! Az kaldı beni helâk ediyordun” dedi. Kendisine:
“–Bir lokma için bu kadar eziyete değer miydi?” diyenlere Hz. Sıddîk (r.a):
“–Canımın çıkacağını bilseydim, yine o lokmayı çıkarırdım. Çünkü Peygamber Efendimiz’den duydum:
«Haramla beslenen vücuda cehennem daha lâyıktır» buyurdu” cevabını verdi.[2] Bu hâdise üzerine Cenâb-ı Hak, Hz. Ebûbekir ve onun gibileri medhederek:
“Her kim Rabbinin makamında durup hesap vermekten korkar da nefsini hevâ ve heveslerden alıkoyarsa, şüphesiz onun varacağı yer Cennettir” âyetlerini inzâl buyurdu. (Nâziât, 40-41; Kurtubî, XIX, 135)
Hz. Ömer (r.a) de bir gün içtiği sütü çok beğenmişti. Sütün nereden geldiğini sordu. Sütü getiren kişi:
“–Su kenarına varmıştım, bir de baktım ki zekât hayvanlarından bir kısmını suluyorlar! Çobanlar onların sütünden bana sağıverdiler. Ben de onu kabıma koydum ve size getirdim” dedi. Bu sözleri işiten Ömer bin Hattab (r.a), hemen elini boğazına sokup içtiği sütü kusarak dışarı çıkardı. (Muvatta’, Zekât, 31)
[1] Bakara, 35-36; A‘râf, 19-22.
[2] Bkz. Ebû Nuaym, Hilye, I, 31; Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 26; Ahmed bin Abdullah et-Taberî, er-Riyâdu’n-nadra, II, 140-141.
0 comments