Dini Bilgiler
Allah’a giden yol kapanmadı
Onu dinlediğiniz zaman ‘bazıları İslâm’la buluşabilmek için ne bedeller ödemiş’ demekten kendinizi alamıyorsunuz. Aynı zamanda İslam’ın onu nasıl bir insan haline getirdiğini görüyorsunuz.Her haliyle örnek bir Müslüman olan, Abdurahman İslâm ile hidayete erme hikayesini konuştuk.
Röportaj: Selman Tan
“Karıncayı bile incitmeyecek bir insan dediğinizde ilk aklınıza kim gelir?” diye sorulsa “Abdurahman İslam ağabeydir” diye cevap veririm. Rıza hali, uyum, şahsiyetinin temel vasfı olmuştur. Ağzından hiç olumsuz bir kelime çıkmış mıdır, tahmin etmiyorum. Kaşları hiç çatılmış mıdır, bilmiyorum. Biz onda her zaman gülümseyen bir yüz görürüz. Her zaman zarif, her zaman naziktir. Herkese değer verir ama kendisi her zaman mütevazıdır. Abdurrahman ağabey zamanımızın edep ve güzel ahlak numunelerinden birisidir.
O, dünyanın aldatıcı gailelerinin hiçbiri ile ilgilenmemiş Allah yolunda yavaş yavaş menziline ilerleyen bir derviştir. Maneviyat yolundaki sessiz kahramanlardandır. Hiçbir şey onun sükûnetini, huzurunu bozmaz. Fakat o sakinliğin içinde çok kararlı bir hayat tarzı, çelik gibi bir irade vardır. Yani sırat-ı müstekîm vardır. Yoksa Roma’dan çıkıp Türkiye’de yepyeni bir hayat inşa etmek mümkün olmazdı.
Onu dinlediğiniz zaman ‘bazıları İslâm’la buluşabilmek için ne bedeller ödemiş’ demekten kendinizi alamıyorsunuz. Aynı zamanda İslam’ın onu nasıl bir insan haline getirdiğini görüyorsunuz.
Haliyle örnek bir müslüman olan, Abdurahman İslâm ağabey ile yaptığımız sohbetten zannederim çok güzel hisseler çıkaracağız. Kendisine ailesiyle birlikte huzurlu bir hizmet ömrü niyaz ediyorum.
Abdurrahman ağabey inşallah mülâkâtımız hayırlara vesile olur. Gençlere, bizden sonraki nesillere güzel mesajlar bırakırız diye ümid ediyorum. Sizi tanıyarak başlayalım mı?
İsmim Abdurrahman İslâm. İtalya’da, Roma’da 1949 yılında doğdum. Ailem koyu Katolik hıristiyan bir aileydi. Şimdi kalmadı ama eskiden İtalya’nın güney kısımda katoliklik çok kuvvetliydi. Yani Sicilya’da, ben oralıyım. Çocukken hayalim papaz olmaktı. Akrabalarımızdan rahipler de vardı. Yani ailede mistik bir hava vardı.
Eski isminiz neydi?
Cuseppe Seminara. Cuseppe italyanca Yusuf demek. Üç kardeşiz ben en küçükleriyim. Babam sanatkar bir marangozdu.
Kilisenin gençlik faaliyetleri olurdu ortaokul ve lise yıllarında, onlara katılırdık.
Küçük yaşlarımdan itibaren dine karşı özel bir merakım vardı. Hep Allah-u Teala’yı merak ederdim. ‘Gerçek Hıristiyanlığı yaşamak nasıl sağlanabilir?’ diye düşünüyordum.
Bir batılı, bir müslümanın düşünce yapısını, imanını çok zor anlar. Çünkü bir müslüman için iman demek bir gerçektir. Müslüman için Allah Teâlâ var veya yok diye tartışılmaz. Güneş var veya yok diye tartışılır mı? Bir müslüman Allah’a iman noktasına böyle bakar. Ama bir batılı böyle değildir. Allah’ın varlığı meselesine felsefi bir düşünce olarak bakarlar. Çoğu, dinin varlığını bir adet olarak kabul ederler. İlk gençlik yıllarımda bana böyle bir iman eksik geliyordu. Allah’ın varlığını daha çok hissetmek istiyordum.
Mutlak bir hakikat ihtiyacım vardı. Bu hayat bir rüya değildi. O zaman bizi bir yaratan vardı. Ona nasıl ulaşabilirdim.
Yavaş yavaş araştırmaya başladım.
Ne zaman?
Ortaokuldan itibaren diyebiliriz. Bazı arkadaşlarım da benim bu araştırmama katıldılar. Küçük bir grup oluşturduk, kitaplar okuyorduk. Hıristiyanlık nedir, Yahudilik, Budizm, Şamanizm nedir diyerek okumalar yapıyorduk. Hatta bazı okuduklarımızı hemen uygulamaya sokuyorduk yani ne hissedeceğiz diye. Sanıyorum niyetimiz bizi kurtardı. Biz O’nun varlığını hissetmek istiyorduk. Biz Allah’a ulaşmaktan başka hiçbir şey istemiyorduk.
Elhamdülillah Allah Teâlâ belki de gayretimizden dolayı bizi sevdi, o kafa karışıklığının içinden çıkarıp aldı ve gerçekle buluşturdu.
Kaç kişiydiniz?
Altı kişiydik.
DAĞDA BİR GECE
Arkadaşlarınızdan Müslüman olan oldu mu?
Yarısı imanın sınırına kadar geldi, orada kaldı. Biz üç kişi müslüman olduk. Diğer iki arkadaşım hem müslüman oldular hem de aynı manevi eğitimin içine girdik. Elhamdülillah. Allah Teâlâ bizi kurtardı.
Şimdi çocuklarım soruyorlar; “Baba, lise yıllarındayken hiç kız arkadaşın, eğlencen olmaz mıydı?” Şimdi düşünüyorum, inanın o yıllarımda Allah’ı aramaktan başka hiçbir şey yapmamışım.
Mesela kitap okumayı O’nu bulmak için yapıyordum. Yine lise yıllarındayken dağcılık yapıyordum. Dağcılığı sevmemin sebebi ise orada tefekkür daha kolay oluyordu. Manzaralar çok güzel oluyordu, yüksek yerlere çıkıyordunuz. Yalnız kalıyordunuz ve belki Allah ile irtibat kurmak daha kolay olabilirdi.
Aslında dağa gitmemdeki sebep O’na ulaşmak için kendimi imtihana sokmaktı. O zaman öğrenci olaylarının çok sert olduğu dönemlerdi. Bazen sonunda ölüm bile olsa nasıl olacak diye polisle karşı karşıya gelirdim. Sınırlarda dolaşıyordum.
Bir gün yine o lise yıllarımda tek başına Allah’ı bulmaya gideceğim diye karar verdim. Hiçbir arkadaşa haber vermedim. Yanıma çadırımı, tulumumu alıp dağa çıkmaya başladım. Akşam hava kararınca beni bir korku aldı.. Söylemesi kolay ama o çocuk yaşınızda dağda tek başınasınız. Artık geri dönme imkanı kalmamış. Gece yolu şaşırma ihtimali çok yüksek. Burada bekleyeceğim deyip çadırımı oraya kurdum. Simsiyah bir geceydi. Dışarda ay bile yoktu. Tulumun içine girdim. Gece boyunca dışarıdan vahşi hayvan sesleri geliyordu. Sessizlik ve karanlık, sesleri daha korkunç hale getiriyordu. Ben şehirde büyümüş bir çocuğum. Öleceğim düşüncesiyle kalbim neredeyse ağzıma geldi.
Bir şekilde uyudum, gece yarısı uyandım. Ama o uyanma bambaşka bir şey oldu, sanki başka bir âleme uyanmıştım. Özel şeyleri anlatmak zor ama sanki gökyüzü bütün yıldızlarıyla, bütün sonsuzluğuyla birlikte o tulumun içine girmişti. Sonra kalbimin içine girdiler. Sanki Allah kudretinin küçük bir parçasını bana göstermişti. Bana sanki ‘sen beni arıyorsun ama ben yanındayım, içindeyim’ diyordu. Sıcaklığını, sevgisini hissediyordum.
O gece, o tulumun içinde kendi kendime dedim ki, “Tamam Allah Teâlâ’yı buldum, Allah var ve tereddüdüm kalmadı. Bundan sonra ise O’na gidecek yolu bulmalıyım.”
DAĞDAN BAŞKA TÜRLÜ İNDİM
O sabah dağdan indikten sonra din araştırmalarımı daha kuvvetli bir şekilde yapmaya başladım.
Batıda İslam üçüncü dünya dini olarak görülüyordu. Yabani hayatın, kabilelerin dini olarak bakılırdı. Tabiî bu anlayışta Avrupalıların kendilerini diğer milletlerden üstün görme yönü de etkili oluyor. Ayrıca ırkçılık var ve İslam’a düşmanlık var. Yetiştirilmelerimizden dolayı İslam’ı araştırmayı hiç düşünmemiştim.
Hıristiyanlıkla, Yahudilikle ilgili araştırmalarımıza okumalarımıza devam ediyorduk. Sadece teolojiye değil bu dinlerin çıkışından itibaren ki serüvenlerini, dinler tarihini de okuyorduk. Bu dinlerde ilahi kaynaklı olacağını düşündüğümüz doğru şeyler de bulduk. Aynı zamanda yanlış şeyler de bulduk. Bu durum İncil’in, Tevrat’ın aslının kaybolmasından ve içine insanların düşüncelerinin, sözlerinin girmesinden kaynaklanıyordu.
Mesela Tevrat’ta peygamberler için öyle şeyler isnat ediliyordu ki bunu normal, namuslu bir insan bile düşünemezdi.
Mesela İncil’de Hazreti İsa’nın söylediği bazı sözler vardır ki bunu kahvehanedeki insan bile söylemezdi.
Roma kiliselerle doludur. Gezerken görürdük, mesela eski bazı kiliselerin girişinde şu ibare yazılıdır; “Meryem tanrının annesidir.” Bunları kabul etmek zordu. Biz papazlarla konuşurken bu tür konuları sorduğumuz zaman cevap alamıyorduk. Çünkü onlara din konusunda zor soru sorulmaz, araştırma yapılmaz. Tarzları budur. Eğer çok üzerine giderseniz o zaman da ‘bu bir sırdır’ diyerek kestirip atarlar.
Oradaki din anlayışına örnek olması bakımından bir papazla olan konuşmamızı anlatayım. Kendisine “3 tane tanrı inancı size makul geliyor mu?”diye sorduğum zaman bana şu cevabı vermişti: “Elbette bir tanrı vardır ama onun dünya işleri ile çok alakası yoktur. Biz neden İsa aleyhisselam’ı tanrı olarak kabul ediyoruz biliyor musun? Bizim asıl tanrıya inanabilmemiz için öyle bir Tanrı’ya ihtiyacımız vardır ki O’nun bir yardımcısı olsun ve o yardımcı bizim kendisine dokunabileceğimiz bir tanrı olsun” demişti. Yani maddecilik batı düşüncesinin iliklerine işlemiştir.
ALLAH’A GİDEN YOL AÇIK
Yani maddileştirip, müşahhaslaştırması gerekiyor öyle mi?
Evet. Batının Hıristiyanlığı bile Pozitivizm’in etkisi altına girmiştir. Özellikle bugün. Üzerine bir de modernizm eklenince batı insanı artık sadece dünya için yaşar, dünya için düşünür olmuştur.
Yahudilikte de akla mantığa sığmayacak birçok anormallikler, kendi peygamberlerine bile attıkları iftiraları gördük.
Dolayısıyla bu dinlerde hak ile batıl birbirinin içine girmişti. Biz bunları, içinden çıkılamaz, halledilemez problemler olarak gördük.
Bu arada lise bitmiş hepimiz üniversiteye başlamıştık. Ben Roma Hukuk Fakültesinde okuyordum.
Fırsat buldukça arkadaşlarla Roma’nın dışına çıkarak yüksek yerlerde toplanıp, okumalarımıza, tartışmalarımıza devam ediyorduk.
Mısır medeniyetini okuduk, temsilcisi kalmamıştı. Hint medeniyetini, Hinduizmi okuduk bize bir din olarak gelmedi.
İşte bu araştırmalarımız sırasında elimize Muhiddin-i Arabî’nin, Mevlânâ Celaleddin-i Rumi’nin, Ferîdüddîn-i Attar’ın kitapları geçti. Onları okuyunca hepimizde bir hayranlık oluşmaya başladı.
Ne buldunuz o kitaplarda?
Tam da bizim aradığımız şeyler. Allah’ın büyüklüğü, sonsuzluğu, güzelliği o kadar güzel ve anlaşılır bir şekilde anlatılıyordu ki, biz sadece anlamakla kalmıyorduk içimize bir ümit de doluyordu.
Bize o büyük insanlar verdikleri mesajlarla sanki “Bilin ki ey gençler Allah’a ulaşacak yol kapanmadı, o yol devam ediyor” diyorlardı.
Okudukça sevgimiz, şevkimiz heyecanımız artıyordu.
Biz önce sevgi sarhoşu olmuştuk. İşin itikadi tarafı daha sonradan geldi. Biz diyorduk ki: “Bu büyük insanların yolundan gidersek biz de onların hissettiklerini hissedebilir miyiz, Allahu Teâlâ ile böyle bir yakınlık kurabilir miyiz?” Hatta kendi aramızda “Biz de onlar gibi olabilir miyiz?” diye konuşuyorduk. Ama bunun için önce müslüman olmamız gerekiyordu.
Bu İslam büyüklerinden sizi en çok hangisi etkiledi?
Her birisinde farklı güzellikler vardı. Hazreti Mevlana, Muhiddin-i Arabî size zengin bir ruh dünyası sunuyorladı. Daha sonraları Yunus Emre’nin şiirlerini okurken kendimi şırıl şırıl akan bir nehrin üstünde hissediyordum. Ama ilk dönemlerimde beni en çok etkileyen İmam-ı Gazali Hazretleri oldu.
İmam-ı Gazali Hazretleri’nin tarzı bir batılının mantığına daha çok uyuyordu. Onda her şey daha netti. Felsefeci değildi ama akla takılabilecek sorulara akli cevaplar veriyordu.
Türklere karşı ilk sevgim de İmam-ı Gazali vesilesiyle olmuştur. İmam-ı Gazali eski Türkleri anlatırken diyordu ki; “Her kavim tapacak tanrı ararken bir yoldan gidiyordu. Kimisi büyüklüğün önünde eğiliyordu. Kimisi korktukları bir şeye tapıyordu. Türk toplumu ise sevdiği, güzel bulduğu şey neyse ona tapıyordu.” Ben kendi kendime “Demek ki Türk toplumu güzelliğe meftun olan bir toplum, sevmeyi önceliğine alan bir toplum” dediğimi hatırlıyorum.
İMANIM ALLAH’IN BAĞIŞI
Hayatınızın kararını verme anı ne zaman oldu, nasıl gerçekleşti?
Karar demek yanlış olur estağfirullah. İmanımı bana Allah verdi.
Üniversiteyi bitirip iş hayatına geçmiştim. Yaşım 26 olmuştu. Takriben arayışa başladığım ilk gençlik yıllarından itibaren 12 sene geçmişti.
Bu arada arkadaşlarımızın herbiri iş için bir yere dağılmıştı. Bir arkadaşım iş için Suudi Arabistan’a gitmişti. İçimizden ilk onun müslüman olduğu haberini aldım. Hatta sonradan kendisinden öğrendim. Müslüman olduktan sonra Medine’ye Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’i ziyarete gittiği zaman orada Atasayar Efendi ile karşılaşıp tanışmışlar. Arkadaşımız ondan manevi ders istemiş. Atasayar Efendi “Hayır sen bunun için İstanbul’a Mahmut Sami Ramazanoğlu Hazretleri’ne gitmelisin” demiş. Dostumuzun bu yaşadıklarını ben bilmiyordum.
Tahminen o günlerde bir gece seher vakti panik içinde uyandım. Kendi kendime şöyle düşünmeye başladım: “Ben ne yapıyorum, tamam müslüman olmak lazım diyorum, kurtuluş İslam’dadır diyorum ama müslüman olmuyorum, ya bu gece ölürsem ben ne olacağım, nereye gideceğim? Allah’ım bana fırsat ver, beni kurtar.” Sabahın nasıl olduğunu size anlatamam Selmancığım.
Sabah Roma’daki İslam Kültür Merkezi’ne gittim. Lübnanlı tatlı bir imam efendi vardı. Kararımı ona bildirdim ve orada müslüman oldum. İsmimi o verdi.
İLK NAMAZIMDA SANKİ UÇUYORDUM
Soyisminizi nasıl aldınız?
Onu Musa Topbaş Efendi verdi.
İlk namazımı Filistinli bir öğrenci grubuyla birlikte kıldım. Onlar bana kendilerini taklit ederek namaz kılmamı tavsiye ettiler.
İlk namazımda sanki bir kuş oldum uçuyordum. Gerçek mutluluğu, gerçek huzuru yaşıyordum.
Namaz bittikten sonra o öğrencilere dedim ki: “Artık ben müslüman oldum. Bugünden sonra beş vakit namaz benim üzerime farz oldu. Şu andan itibaren namazımı geçiremem. Bir sonraki vakit siz yanımda olmayacaksınız. Ben ise namaz kılmasını bilmiyorum. Peki nasıl namaz kılacağım?” Filistinli gençler bana nasıl namaz kılınacağını, vakitlerin rekat adetlerini anlattıktan sonra latin harfleri ile okuyacağım sureleri yazdılar.
Ben onların yanından ayrıldıktan sonra ilk işim büyük kartonlara bu sureleri yazmak oldu. Bir sonraki vakitte o kartonları önüme koyup oradan okuyarak namazlarımı eda etmeye başladım elhamdülillah. Çünkü iki vaktin arasında bütün sureleri ezberleme imkanım yoktu.
Sonra yavaş yavaş hepsini ezberledim fakat namazda otururken ayak parmaklarımı usulüne uygun olarak tam anlamıyla bükmek hiçbir zaman mümkün olmadı.
Yeni bir din, yeni bir hayat demekti. Artık hayatımı tamamen dinim üzere düzenleyecektim. Dinimi derinlemesine öğrenme ve anlama çalışmasına başladım. Şeriatı yani zahiri öğrenmek zor olmuyordu. Batını yani tasavvufu ise tam anlamıyla anlamak kolay olmuyordu.
AİLEM, ANNEM… ÂH!
Bu kararı Allah kalbime koyduktan sonra ailemin, çevremin tepkisi nasıl olacaktı? Biliyorum ailemin tepkisi, hiç iyi olmayacaktı. Evet kolay olmadı. Babam, annem çok üzüldüler. Sanki ben vatan haini olmuştum. Tıpkı Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem efendimizin zamanındaki gibi tepkilerle karşılaştım. “Nasıl olur da babanın, dedenin dinini terk ediyorsun” diyorlardı. Annem durup durup bana “İsa aleyhisselam sana ne kötülük yaptı?” diyordu. Ben anneme “İsa aleyhisselamı ben şimdi daha çok seviyorum” diyordum ama anlatamıyordum. Beni namaz kılarken gördükçe devamlı ağlıyordu, ağlıyordu. Öyle oldu ki benim evde kalmam artık mümkün olmayacaktı.
Üstelik Roma’da avukatlık yapmak bir müslüman olarak benim için uygun değildi. Bereket bir müddet sonra İsviçre sınırında Alplerin eteğinde Biella isimli bir başka şehirde iş buldum ve oraya taşındım.
Bulduğum iş bir kamu işiydi, İtalya’daki Sosyal Sigortalar Kurumunda bir birimde çalışıyordum.
Müslüman olmak gerçekten benim için yeniden bir doğum gibi oldu. Allah Teâlâ’nın yardımıyla karşılaştığım sıkıntıları birer birer atlattım.
GİZLİLİK GEREKLİ MİYDİ!
Bazı sıkıntılara da kendim sebebiyet veriyordum. Mesela yeni iş yerimde abdesti gizli alıyordum, namazımı arşivde gizlice kılıyordum. Bu insanların daha çok dikkatini çekti. Bana dediler ki “Arkadaş sen ne yapıyorsun, garip garip davranışlarda bulunuyorsun, sen kimsin?” O zaman onlara müslüman olduğumu ve namaz kılma ihtiyacımın olduğunu söyledim. Bana verdikleri cevap “Eee, bize ne?” oldu. Yani namaz kılmak istiyorsan kıl, bu senin hayatın bunu bizden niye saklıyorsun ki, demek istiyorlardı. Anladım ki insanların tepkisinden çekinmeye gerek yoktu. Allah Teâlâ Kur’an-ı Kerim’de “Onlar kınayanların kınamasına aldırmazlar” buyuruyordu. Kendim olduktan sonra her şey çok daha iyi oldu, onlarla da daha iyi anlaşır oldum.
Beni takip ediyorlar, saygı duyuyorlardı. Mesela o zamanki müdürüm ile arkadaşlığımız ilerledi şu anda hâlâ görüşüyoruz. Müslüman olmadı ama bir gence ilkokuldan üniversiteye kadar burs verdi. Hatta ilk haccıma onun parasıyla gittim.
Hacca gitme niyetim vardı fakat param yoktu. Bir ara konuşurken bundan bahsetmiştim. Bir gün bana gelip “Senin şu hukuk ansiklopedilerin var ya ona ihtiyacım var bana satabilir misin?” diye sordu. Ben de bu teklife çok memnun oldum ve müdürüme onları sattım. O paranın üzerine biraz daha koyarak hacca gittim. Yıllar sonra arkadaşımın evinde bu ansiklopedileri gördüm. Verdiğim kutuların içerisinde, hiç açılmamış vaziyette öylece duruyorlardı. Sonradan anladım ki arkadaşımın o ansiklopedilere ihtiyacı yokmuş, sadece ben hacca gideyim diye böyle bir davranışta bulunmuş.
Bu arkadaşım kendine göre her sene hesap yapar ve kendi zekatına düşen parayı gönderirdi. Aslında hıristiyanlıkta zekat diye bir mükellefiyet yok. Zekatını da Kızılhaç’a, kiliseye filan vermez “Ben sadece sana güveniyorum” diyerek bana gönderirdi. Bunları gönderirken de mübarek günleri tercih ederdi. Sonraları şöyle söylemişti; “Kızımla akşam yatmadan önce mutlaka senin tercüme ettiğin 40 hadis kitabından birkaç sayfa okuyup daha sonra uyuyoruz.”
Biella’dayken düşünüyordum. Tamam Müslüman oldum ama benim işim daha bitmedi. Benim bir mürşidi kamil bulmam gerekir.
NEDEN MÜRŞİD?
Neden mürşidi kamil aramak ihtiyacı oldu? Zamanımızda bir çok müslüman böyle bir ihtiyaç duymuyor. Veya sonradan müslüman olanlar böyle bir arayışa girmiyor. Siz neden ihtiyaç hissettiniz?
Ben bu niyetle müslüman olmuştum. Çünkü Allah’a ulaşmak istiyordum ve O’na ulaşmak için de İslam’ı canlı olarak uygulayan bir örnek görmek istiyordum.
İslamiyeti incelerken tasavvufu da incelemiştim. Tam manasıyla Allah’a ulaşmak için o büyük zatların yaşadığı gibi bir hayat yaşamam gerekiyordu. Ben bunun kararını çok önceden, müslüman olmadan önce vermiştim.
Müslüman olduktan sonra okudukça hiçbir şey bilmediğimi anladım. İslâmiyet sonsuz bir deryaydı. Bu deryaya daldığım zaman bana yüzme bilen birisi gerekiyordu. Ben yüzmek istiyordum ama yüzmeyi bilmiyordum.
Mevlana gibi bir insana bile Şems-i Tebrizi yol göstermişti değil mi?
Şimdi yine İtalya’da Müslümanlar var. O zamanlar çok çok azdı. Benim gibi müslüman olanlardan bir kısmı manevi rehber aradıkları zaman Kuzey Afrika’ya gidiyorlardı. Oradaki Müslümanları görmemiştim ama benim için sıcak gelmiyorlardı. Benim takip edeceğim yol oralarda değil, diyordum. Allah bana başka bir yol açacak, diyordum. Biliyordum ve onu bekliyordum.
Bir gün Roma’da Müslüman olmuş yaşlı bir İtalyan tanıdım. Böyle bir İtalyanı bulmak kolay değildi. Ona “Ben bir mürşidi kamil arıyorum ama bulamıyorum sizin fikriniz nedir?” diye sordum. Bana dedi ki: “Biliyorsun ben bir müzisyenim. İşim gereği bütün dünyayı dolaşıyorum. İslam dünyasında da şimdiye kadar belki yüzlerce şeyh gördüm. Geçen hafta İstanbul’dan döndüm. Orada üç ay kaldım. Çok muhterem zatlar tanıdım. Bana sorarsan dünyada bağlanılacak mürşit İstanbul’da bulunan Mahmud Sami Ramazanoğlu’dur.”
Ben bu ismi duyduğum anda kalbime yazıldığını hissettim. “Bu zat benim mürşidim olacak inşallah” dedim. Müzisyen İtalyan bana İstanbul’dan şeyh efendilerin isimlerini, adreslerini verdi. Mehmet Zahit Kotku, Mahmut Efendi gibi… Halbuki bu zat başka bir tarikata bağlıydı, üstelikte bu tarikatta vazifeli birisiydi.
1977 yılıydı. İlk fırsatta elimdeki bu listeyle iki günlüğüne İstanbul’a geldim. Elimdeki listeyi bir kenara koydum. Benim aradığım ve bağlanacağım zat Mahmud Sami Ramazanoğlu Hazretleri olacak diyordum. Hatta onun Erenköy’de oturduğunu öğrendiğim için kaldığım oteli Kadıköy’deki Rıhtım Otel olarak ayarlamıştım. Ama muhterem üstadımıza ulaşmak kolay olmadı.
Dil olmadığı için anlaşamıyordum. Bir türlü muhterem üstadımıza götürecek bir aracı bulamadım. İkinci gün belki oradan bir yol bulurum diye Fatih’teki İskenderpaşa Camii’ne gittim. Orada durumumu İngilizce olarak anlatmaya çalışırken beni hemen caminin karşısındaki bir mobilya dükkanına götürdüler. Orada Ahmet Haticoğlu isminde çok nazik, yaşlı bir amca vardı, çok iyi İtalyanca biliyordu. Rodos adasında doğmuş. O zamanlar ada İtalyanların işgali altında olduğu için İtalyanca öğrenmiş. Benim niyetimi öğrenince meğer Musa Efendi Rahmetullahi aleyhi tanıyormuş ona telefon etti. Akabinde hemen bir taksiye binip Üsküdar Sultantepe’deki Musa Efendi’nin köşküne gittim.
Yanında İngilizce bilen bir tercüman ve Mustafa Temel amca vardı. Musa Efendi çok sabırlı bir şekilde tebessüm ederek, dinleyerek bana cesaret verdi. Musa Efendi Fransızcayı çok iyi biliyordu. İtalyanca ile Fransızca aynen Türkçe ve Azerice gibidir. Birbirine çok yakın olduğu için kolay anlaşılır.
Sami Efendi’ye ulaşacak zamanım kalmamıştı. O yüzden Musa Efendi’nin onun vazifelisi olduğunu ve ders verdiğini öğrendiğim için Sami Efendi’yi görmeden direk ondan ders istedim. Çünkü benim kalbim mürşit olarak Sami Efendi Hazretleri’ni istiyordu.
Musa Efendi bana “Siz nerede kalıyorsunuz?” diye sordu. Daha sonra “Bu akşam İngilizce bilen birisi gelip size dersinizi güzelce tarif edecek” dedi. İlk gelişimde Sami Efendi Hazretleri’ni görmeden İtalya’ya geri döndüm.
SAMİ EFENDİ: SANKİ RUHTAN İBARET
Sami Efendi Hazretlerini görmek ertesi sene Türkiye’ye gelişimde nasip oldu. Beylerbeyi’ndeki müstakil bir evde bir sohbetine katıldık.
Onu gördüğümdeki duygularımı anlatamam. Çok hafif, nahif bir insandı. Bir deri bir kemikti ama tamamen nurdu. Hatta sanki ruhdan ibaretti. Sohbet haricinde neredeyse hiç konuşmuyordu. Sohbet ettiği ortamda veya normal diğer zamanlarda onun bulunduğu meclise girdiğiniz anda sanki o mekan tamamen elektrik yüklüydü. Siz o büyük enerjinin içine giriyor, veya çekiliyor bir başka aleme geçiyordunuz. Benim için şu anda bile hâlâ Türkçe zor bir dil. O günlerde bir kelime bile bilmiyordum. Fakat sohbetlerde sanki her şeyi anlıyordum. Arkadaşlar daha sonra sohbeti tercüme ediyorlardı ama benim ihtiyacım kalmıyordu. Sohbetlerde bir bereket vardı. Sanki bir nur gelip içime yerleşiyor ve içim aydınlanıyordu. O bana yetiyordu. Sohbetler beni tam anlamıyla şarj ediyor ve o şarj bir sene gidiyordu.
Daha sonraları Medine’ye hicret etti. Ondan sonra her fırsatı kullanarak umre ve hacca gittim.
Birlikte iki defa hac yaptık. Müslüman olduktan sonra rüyalarım kesilmişti. 1982 yılında rüyamda Sami Efendi’yi gördüm. Kendisi Kabe’de bulunuyordu ve “Buraya gel oğlum” diyerek beni çağırıyordu. Bunun üzerine hemen gerekli işlemleri yaparak hacca gittim. O Sami Efendi’yi son görüşüm oldu.
MUSA EFENDİ İLE…
Peki Musa Efendi’yi görünce ne hissettiniz?
Kendisine karşı hemen bir muhabbet, bir aşk oldu. O anda Musa Efendi’yi gerçekten benim babam gibi gördüm. Zaten daha sonraki hayatımda bana hep babalık yapacaktı. Bana hep doğru ve kolay yolları gösterecekti. Bütün manevi derslerimi de kendisi kontrol ederdi. Bütün problemlerimi çözerdi.
Mesela daha sonraki yıllarda zannediyorum nefs dersindeyken bana bir hal oldu. Acaba kıldığım namaz oldu mu, abdestim oldu mu, diye bir düşünceye kapılıyor ve tekrar tekrar yapıyordum. Ta ki bazen hareketsiz kalıncaya kadar. Baktım böyle olmayacak İstanbul’a gelip Musa Efendi’nin huzuruna çıktım. Durumu anlattıktan sonra gözlerime bakarak eliyle bir kesme işareti yaptı. O anda bendeki vesvese tamamen gitti eski halime kavuştum ve İtalya’ya geri döndüm.
0 comments