loading...

Genel

Unutulan örfi ve ahlaki değerlerimiz nelerdir?

By  | 

Unutulan örfi ve ahlaki değerlerimiz nelerdir? Ahli değerlerimizin kaybolmasındaki sebepler nelerdir? Nasıl bir toplum iken nasıl bir toplum olmaya başladık?

loading...

Unutmamalı ki;

loading...

Gözler, O’nun muhasebe aynasında görüyor nice göze çarpmayan gerçekleri. Özler, O’nun muhasebe aynasında fark ediyor nice hakikatleri.

Kezâ;

Ancak O’nun muhasebe aynasında neler neler temâşâ ediyoruz. İşte bugün, O’nun aynasından tefekkürümüze yansıyan mânidar gerçekler:

ÖRF ve ÂDETLERİMİZDE UNUTULAN DEĞERLERİMİZ

Günümüzde demirin, madenlerin ve teknolojinin terakkîsi medeniyet zannedilmektedir. Hâlbuki medeniyet insânî değerlerde olur. Teknik ve teknolojik terakkîler ise, insânî meziyetleri geliştirmemiş, bilâkis insan fıtratının aslî yapısını menfî yönde değiştirmiştir. Tıpkı hormonlu meyveler ve sebzelerde olduğu gibi.

Neticede;

İnsanları hodgâmlaştırmış, bencilleştirmiştir. Sadece kendini düşünür hâle getirmiştir.
Âhireti unutturmuştur.
Hayâ, iffet, güzel ahlâk, mahremiyet gibi haslet ve husûsiyetleri zayıflatmıştır.
Devrimizde internet ve cep telefonlarının hayatın her ânına girmesi ve televizyonlardan sürekli batı hayat tarzının empoze edilmesinin, İslâm âdâbı ve ahlâkından birçok değerin unutulmasına sebebiyet verdiği âşikârdır.

Bilhassa cep telefonları aşırı bir tiryakilik (bağımlılık) hâline gelmiştir. Bütün gün, gözler o ekranların esiri hâline gelmektedir. Maddî ve mânevî kazalara sebebiyet vermekte, aile ve arkadaşlık münasebetlerini bozmaktadır.

Akıllı ve iradeli bir insan; bu cihazları ihtiyaç seviyesinde kullanmalı, diğer içtimâî hayatını aksatmamalıdır.

Paylaşmak mı başkalaşmak mı?
Meselâ; bir müslüman lüks bir mekânda yemek yediği aile sofrasının resmini, internette nasıl neşredebilir?

Böyle davranışlarda; hem aile mahremiyeti ihlâl edilmekte hem de çok çirkin bir enâniyet ve tefâhur manzarası zuhûr etmektedir. Diğer taraftan da mahrumların kem nazarları tahrik edilmektedir.

Niyetler ne olursa olsun; ortaya çıkan manzara, İslâm terbiye ve edep gerçeğine uymamaktadır.

Eğer;

«Ne var bunda?» denilebiliyorsa; maalesef bugün, gönül dünyalarımızda, iffet, hayâ, gayret ve ırz hassâsiyetlerinde çok derin yaralar açılmış demektir. Necip Fazıl, bu yaraları şöyle ifade etmişti:

Utanırdı burnunu göstermeye sütninem,

Kızımın gösterdiği, kefen bezine mahrem!

Bu ifadeler ne kadar hazindir:

Önceki annelerimiz bir iffet âbidesiydi. Lâkin zaman içinde yani bugünlere gelindiğinde; o annelerdeki iffet ve edep, bazılarında âdetâ dumûra uğradı. Bunun sebebi;

Kadınları deşifre ederek onlara yapılacak tacizlere zemin oluşturacak zararlı ve nisbetsiz bir eşitlik; virüslü bir hürriyet ve günahlara çeken bir serbestlik yolunda yapılan türlü türlü aldatmacalardır.

Maalesef;

Günümüzde; tesettüre riâyet eden insanlarda dahî, internet husûsunda bir gevşeklik meydana geldiği ifade edilmektedir.

Hâlbuki bunlar ailenin rûhâniyetine zehir serper. Saâdeti zedeler.

Kişi;

«Ben sadece mahremim olan birkaç kişiye gönderiyorum.» zannetse dahî, kullanılan vasıtaların teknik altyapısının tamamen ecnebîlerin elinde olduğu hatırdan çıkarılmamalıdır. Bu, aile mahremiyetini zedelemektedir.

İnternet üzerinde kötü niyetli resimlerle montajlar ve şantajlar yapıldığı, yine kredi kartları vs. üzerinden soygunlar yapıldığı da bilinmektedir.

En doğrusu, internet gibi tehlikeli sahalarda ihtiyatlı davranmaktır.

Tefâhur / Övünme
İşin tefâhur, böbürlenme ve caka satma tarafı da İslâm âdâbına uymaz. Yediği-içtiği pahalı mekânın, koltuğuna kurulduğu lüks otomobilinin, gittiği tatil yerinin ve benzeri şeylerin fotoğraflarını paylaşarak övünmek; Allâh’ın ve Peygamber Efendimiz’in râzı olmayacağı pek çirkin davranışlardır.

Medeniyetimizde en muvaffak, en zirve insanlarımız bile en mükemmel eserlerinde; «Ben» diyemez, ancak; «Fakir, bendeniz, abd-i âciz, el-fakîru’l-hakîr…» diyerek kendilerinden bahsedebilirlerdi. Fatih Sultan Mehmed Han da kendi vakfiyesinde çektiği tuğrayı; «abd-i âciz» olarak yazmıştır.

“–Bu ev sizin mi?” diye soranlara;

“–Emânetçiyiz.” diye cevap verirlerdi.

Çünkü Peygamber Efendimiz de, kapıda dahî;

«–Kim o?» suâline;

«–Ben!» diye cevap verilmesini doğru bulmamış, isim söylenmesini tavsiye etmişlerdi. Kendileri insanlığın zirvesi, peygamberlerin seyyidi oldukları hâlde, bunları ifade mecburiyetinde kaldıklarında; “لَا فَخْرَ: Övünmek için söylemiyorum!” kaydıyla beyan buyurabilmişlerdi.

Düğünler
Düğünlerimiz, nikâhın halka îlânıdır. Peygamberimiz’in sünneti olan «velîme: İkram» vazifesinin edâsıdır. Bu îlân ve ikram, o kadar mâneviyat ve rûhâniyet içinde gerçekleştirilmelidir ki, kurulan evlilik için huzur ve saâdet nasîb olsun.

Fakat maalesef günümüzde;

Tefâhur / övünme, maddiyâtıyla güç ve gövde gösterisi yapmanın çirkin bir sahası da düğünler olmuştur.

Müslüman düğünlerine yakışmayan hâller:
➢Fakir-fukarânın uğramadığı sadece elit tabakanın davet edildiği lüks mekânlar…

Hadîs-i şerifte buyurulur:

“Ne kötü bir düğündür ki oraya varlıklılar, imkânlılar çağırılır; garipler, yalnızlar, kimsesizler çağırılmaz.” (Buhârî, Nikâh, 72)

➢İsraf ve debdebe içinde yiyip-içme yarışı…

➢Mahremiyetlerin çiğnendiği, âdetâ defileye döndürülen; ihtilâtlar, karışıklıklar, nefsânî müzik ve eğlenceler…

Bunları icrâ edenlerin bir bahanesi de; «Efendim, protokol gelecek!» şeklindeki bir gaflettir. Allah rızâsının mühim olduğu yerde bir başka ehemmiyet yer almaz.

“Protokol mü, Allâh’ın rızâsı mı mühim?” Bunu iyi düşünmek gerekir.

Ayrıca tarihimizde cihan padişahlarının düzenledikleri en muazzam düğün merasimlerinde dahî, fukarâ ve garipler ihmal edilmemiştir. Bilhassa onların gönülleri alınmıştır.

Hâlbuki düğünler; bir aile yuvasının, ikramlarla, hayırlı duâlarla, mânevî bir ortamda îlânıdır. Oraya;

Sınıf farkı olmaksızın; eş, dost, komşu ve akraba davet edilmelidir.
Bilhassa ağzı duâlı garipler ihmal edilmemeli, bizzat davet edilmelidir.
Yenilip içilenler, israf ve debdebe içinde olmamalı, gönülden bir ikrâm olmalıdır.
Fâsıkların uğrak yerleri; başka zamanlarda menhiyyâtın işlendiği, lüks ve şâşaalı yerler değil; mânevî ve rûhânî tedâîlerin olduğu mekânlar tercih olunmalıdır.
İhtilâttan kaçınılmalı, şer‘î hudutlara dikkat edilmelidir.
Düğünlerde elbette sevinç ve neşe olacaktır. Lâkin «bize yaraşır» tarzda olmalıdır. Düğünler, bir «ziynet defilesi» icrâ edercesine gösteriş sahası hâline de getirilmemelidir.
İslâm, hayatın hiçbir safhasında unutulmamalıdır.

Hele bir ailenin teşkili gibi, mânevî ve rûhânî bir besmelenin çok zarûrî olduğu bir noktada; nefsânî bir başlangıç yapmak, mânen ne kadar düşüncesizce bir gaflet sergilemek olur…

Yemek âdâbı
Peygamber Efendimiz –sallâllâhu aleyhi ve sellem-; yemek yerken huşûa dikkat ederek, Allâh’ın verdiği nimetleri tefekkür içerisinde yemek yemeyi tâlim etmiştir. Peygamber Efendimiz, oturarak yemek yemiştir. Bir yere yaslanarak yemek yemeyi mekruh görmüştür. Oburluk, ashâbın tanımadığı ve ondan uzak olduğu bir yemek tarzıdır.

Sofraya acıkmadan oturmamak, doymadan kalkmak tavsiye edilmiştir.

◆Günümüzde sergilenen ayakta atıştırma şeklinde yemek veya yatarcasına keyif hâlinde yemek de İslâm âdâbına ve sıhhate aykırıdır.

Peygamberimiz; yemek seçmemiş sadece soğan-sarımsak gibi kokulu yemekleri, meleklerle görüştüğü için yememiş, cemaate böyle kokulu vaziyette gelinmemesini emretmiştir.
◆Kokulu yiyecekleri, yatsı namazından sonraya tehir etmeli yahut kokuyu giderecek karanfil vb. tedbirler almalıdır. Zira İslâm, zarâfettir, nezâkettir ve inceliktir.

Efendimiz; yemeğin toplu olarak yenilmesinin, bereketi artıracağını bildirmiştir. Yemek ikrâmı dînimizde çok tavsiye edilen bir hayır ve hasenattır.
◆Günümüzde, lezzetli yiyecekler; açıkta, fakirlerin, yetimlerin nazarlarının takılı kalacağı şekilde satılmakta ve yenilmektedir. Böyle nazarların takılı kaldığı yiyecekler, yiyenlerde mânevî sıkıntılara sebebiyet vermektedir. Bu da bizim fazîletler medeniyetimizde görülmeyen bir hodgâmlıktır.

Tarihimizde lokantalarda yiyecekler, dışarıdan görülmeyecek şekilde bir örtü ile perdelenirdi. Fırınlara pişirilmek üzere götürülen börek tarzı gıdâlardan;

«Kokusunu aldı, hak geçer.» diye, mutlaka pişirene ikrâm edilirdi. Yine sokakta, üstü örtülü olarak götürülürdü.

Alışverişte file ve şeffaf poşetler o zaman yoktu. Mahrumların dikkatini çekmemesi arzusuyla, içini göstermeyen torbaların kullanılmasına dikkat edilirdi.

Peygamberimiz; yemekte, sağ elini kullanmış ve sol el ile yemek yemeyi uygun bulmamıştır.
➢Günümüzde, bazı sofralarda; batıdan gelen servis düzeninin îcâbı denilerek, çatal, sol el hizasına konulmaktadır.

Peygamberimiz; yemeğe besmeleyle başlamayı, önünden yemeyi, israf etmemeyi, hamd, şükür ve duâ ile bitirmeyi ashâbına ve terbiyesinde yetişen evlâtlarına tâlim buyurmuştur.
➢Günümüzde bilhassa gıdâ maddelerinde isrâfın had safhada olduğu, ehlince ifade edilmektedir. Her gün nice fakiri doyurabilecek ekmekler, maalesef çöpe atılmaktadır. Bu hâl, açları hissetmemenin ve vicdanların dumûra uğramasının acı bir neticesidir.

Bir yanda Afrika, Suriye, Arakan vb. yerlerde açlıktan ızdırap çeken ve ölen insanlar varken, bu israfa mutlaka mâni olmak ve bol bol infâk etmek îcâb eder.

Bu yolda güzel gayret edenlere ne mutlu!

Şu misâli isim vermeden zikretmek isterim:

Gaziantepli bir ahbabımız; her gün kapanış vakitlerinde lokantaları dolaşıp kalan yemekleri ve ekmekleri toplamakta, onları fakirlere ve gariplere dağıtmaktadır. Böylece hem israfa engel olmakta hem de muhtaçları sevindirmektedir. Bugün böyle fazîletli gayretler, müslümanların üzerine düşen mühim bir vecîbe ve vicdânî bir zarûrettir.

Unutmamalı ki;

Hazret-i Ömer –radıyallâhu anh– ve Zeynelâbidîn –rahmetullâhi aleyh– Hazretleri gibi zâtlar, gece karanlığında fakir-fukarâ evlerinin kapılarına un çuvalları bırakır ve sessizce ayrılırlardı.

Zira;

Âyet-i kerîmede de infâk ederken, iffetlerinden dolayı insanlardan bir şey isteyemeyen fakirlerin tercih edilmesine işaret edilmiş, onlar istemese de, bizim onları arayıp bulmamıza işaret edilerek;

“Sen onları sîmâlarından tanırsın!” buyurulmuştur. (Bkz. el-Bakara, 273)

İnsanların gariplerini gözetirken mahlûkātın garipleri de unutulmamalıdır. Çünkü orman kenarlarında vesâir metruk yerlerde, kedisinden köpeğine nice aç mahlûkat her zaman mevcuttur. Gelip geçenlerden hâl lisânı ile merhamet dilenmektedir. Onlara da şefkat elini uzatmak ve hepsine Hâlık’ın nazarıyla bakarak ikramlarda bulunmak, en güzel merhamet tezâhürlerindendir.

Unutmamalı ki;

Bir kimsenin; fedâkârlık edip de âciz bir köpeğe su verdiği için, cennete nâil olduğunu bizzat Hazret-i Peygamber beyan buyurmuşlardır. Bu şahıs, susuz köpeği görünce hiç üşenmemiştir. Elinde su verecek kap olmadığı için kuyuya ayakkabısıyla inmiş, ona su doldurmuş ve susuz köpeğe onunla su içirmiştir. (Bkz. Müslim, Selâm, 151-153)

Bu hâl, Hâlık’ın nazarıyla mahlûkāta bakış tarzıdır ve Hak dostlarının da fârik vasıflarındandır.

Bunun içindir ki;

Büyük Allah dostu Bahâeddin Nakşibend Hazretleri de; yıllarca köpeklere ve hastalıklı hayvanlara hizmet etmiş, mahlûkātın geçeceği yolları temizlemiş, kimsesiz gariplerin dâimâ yanı başında bulunmuştur. Bu hizmetleri dolayısıyla da nice feyizlere mazhar olduğunu ifade etmiştir.

O güzel kulların neşvesiyle yetişen merhum Hulusi BAYBAL da, arkadaşlarına şu tavsiyede bulunurmuş:

‒Bu kar-kış-kıyâmette hayvancağızlar aç kalmasın. Arabaların bagajlarına buğday doldurun, onları uygun yerlere serpiştirin de zavallı kuşlar gıdâlansınlar.

Velhâsıl;

Bir müslümanın gönlü dergâh olmalıdır. Bütün muhtaç mahlûkat da bu dergâhın içinde olacak ve o dergâh âdetâ bir şefkat mahşeri gibi lütuf ve ihsan ile kaynayacak. Hâsılı;

Ârif bir mü’min; yeryüzü sofrasında böyle bir merhameti ve şefkati sergileyecek, elinde ne varsa onu paylaşarak dâimâ bir infâk içinde yaşayacak ve rahmet insanı olacak.

Çünkü Peygamber Efendimiz, bir aç karşısında kendi açlığını unuturdu. Elindekini infâk etmeden gözüne uyku girmezdi. Ancak Allah için verdikçe huzur bulurdu.

Peygamber Efendimiz’in ailesi bir koyun kesmişti. Efendimiz –sallâllâhu aleyhi ve sellem– onun etini fakir-fukarâya dağıttırdı. Sonra Âişe Annemiz’e sordu:

“–Ondan geriye ne kaldı?”

Hazret-i Âişe-radıyallâhu anhâ-;

“–Sadece bir kürek kemiği kaldı.” cevabını verdi.

Bunun üzerine Hazret-i Peygamber –sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“–Desene bir kürek kemiği hâriç, hepsi duruyor! (Hepsi bizim oldu.)” buyurdu. (Tirmizî, Kıyâmet, 33)

Meşhur kıssadır:

Dâvûd-i Tâî’ye bir talebesi et yemeği ikrâm eder. Hazret, yemeğe bakar;

“–Filân yetimlerden ne haber var?” diye suâl eder.

Talebesi boynunu büküp;

“–Bildiğiniz gibi efendim.” der.

“–O hâlde, ikrâmı onlara götürüver.” deyince, mürîdi;

“–Efendim, siz de ne zamandır et yemediniz…” diye ısrarcı olur.

Bunun üzerine Dâvûd-i Tâî -kuddise sirruhû- şöyle buyurur:

“–Bu eti biz yersek, bir müddet sonra dışarı çıkar. Lâkin yetimlere ikrâm edersek, Arş-ı âlâya çıkar!..”

Bugün Suriyeli, Arakanlı, Filistinli ve Afrikalı kardeşlerimize yaptığımız ikramlar bu mâhiyettedir. Onlara ikramlarımız, Arş-ı âlâya çıkacak bir ibâdet makamındadır.

Rızıklandığımız nimetlerden nefsimize ayırdığımız kısım, kifâyet miktarını aştığı takdirde; israf içindeyiz, hüsran içindeyiz. İkrâm ettiğimiz müddetçe, infâk ettiğimiz müddetçe; inşâallah kazanan bizler oluruz…

İsraf, Allâh’ın verdiği nimetlere karşı bir nevi nankörlüktür. Zira israf, aşağılık duygusunu malla bastırma davranışıdır. Cimrilik ise kendine biriktirmektir. İsraf da cimrilik de hodgâmlıktır, bencilce davranışlardır. İslâm ise, hodgâm değil diğergâm olmayı telkin eder.

İşte bu edep çerçevesinde;

Evlerimizdeki sofralarda îtinâlı olup her âdâba riâyet etmeli, besmele ve duâyı ihmal etmemeliyiz. Helâlinden kazanılan ve âdâbıyla yenilen gıdâ, mâneviyâta kuvvet olur. Haram ve şüpheli yerden gelen ve gafletle yenen lokmalar ise yiyen kişiyi haram ve yanlış işlere sevk eder.

Kılık kıyafet
İslâmiyet, insanı çıplaklığın çirkinliğinden men eder ve şahsiyete uygun şekilde giyinmesini emreder.

Buna göre müslümanın kıyafeti, kendi inanç ve medeniyetiyle mütenâsip olmalıdır.

Yabancı özentisi kıyafetler olmamalıdır.
Erkek, kadın ve çocuk herkesin kıyafetleri bol olmalıdır. Dar ve vücut hatlarını belli edecek şekilde olmamalıdır. Dar giysiler hem sıhhat bakımından hem de edep bakımından uygun değildir. Zira vücudu deşifre etmektedir.
Bilhassa çocuklar;
«Nasıl olsa yaşları küçük…», «Hevesini alsın!» gibi yanlış telkinlerle uygun olmayan kıyafetlere özendirilmemelidir. Çünkü zamanla onun bu hâli, sigara gibi bir tiryakilik ve kötü alışkanlık meydana getirir.

Kadınlar erkeklerin, erkekler de kadınların kıyafetlerini giymemelidir. Kadın ve erkek kendi şahsiyetine yakışır şekilde giyinmelidir. Şahsiyet ve karakterler, herc ü merc olmamalıdır. Çünkü erkek ve kadının vücut hatları birbirinden farklıdır. Allah Rasûlü –sallâllâhu aleyhi ve sellem– Efendimiz; «kadına benzemeye çalışan erkeğin ve erkeğe benzemeye çalışan kadının, Allâh’ın rahmetinden uzak olduğunu» bildirmiştir. (Buhârî, Libâs, 61)
Erkeklere ipek giymek ve altın takı takmak haramdır. Zira bunlar hanımlara mahsus ziynetlerdir.
Hanımlar; tesettüre uygun kıyafetin üzerine, sokakta ayrıca cilbab, manto yahut ferâce tarzı bir dış kıyafet de giymelidirler. Bu dış kıyafetin, dikkat çekici tarzda olmaması îcâb eder. Günümüzde maalesef bu hususta gevşeklik zuhûr etmektedir.

Nâmahrem kadın-erkek münasebetleri
Dînimiz ferdin ve toplumun huzuru için, ailelerin saâdeti için belirli nizamlar getirmiştir.

Aslolan; hanımların, aile ve nesil hizmetlerinde yani evlerinin huzur ve rûhâniyet dünyasında bulunmalarıdır. Lâkin feminizm, maddî ihtiyaçların kabartılması vb. telkinlerle kadınlar da erkekler gibi dış dünyada çalışmaya sevk edilmektedir. Bu durumda; hanımların evlerinde deruhte etmeleri gereken aile, evlât ve nesil hizmetleri de içtimâî birer problem hâline gelmektedir.

Bir hanım çalışacak ise, ancak hanımlara mahsus şartların tanzim edildiği mekânlarda çalışabilir. Hanımlara mahsus mektepler, terziler, doğumhâneler vb. yerlerde hizmet etmeleri daha uygundur.

İhtilât hâlindeki bir müessesede bir hanımın da bir erkeğin de çalışması doğru değildir. Esasında gerekli tedbirleri almak zor değildir. Lâkin nefsâniyete hoş geldiği için, bu tür tedbirleri teklif edenlere dahî itiraz edilmektedir.

Maalesef devrimizde bu tedbirler, mütedeyyin insanlar tarafından yürütülen bazı müesseselerde dahî bir tarafa atılmış vaziyettedir. Sanki dînimizin böyle bir emri yokmuş gibi davranılmaktadır.

Ancak fert, aile ve toplumda bu ihmallerin acı neticeleri yaşanmaktadır. Boşanmalar çoğalmakta, kadına şiddet hâdiseleri tırmanmakta ve kadınlara bir hanımefendi gibi değil, bir erkek gibi davranılmaktadır.

Mahalleyi kaybettik
Bu değerlerin unutulmasının arkasında, bu fazîletlerin yaşandığı zeminin kaybedilmesi vardır. Bizim içtimâî bünyemizin esası mahalle idi.

Mahallede merhamet vardı. Herkes birbirinin teminatı idi. Bilhassa dul ve yetimlere bütün mahalle sahip çıkardı. Bu sahip çıkma, gidip yetime bir gofret vermekten ibaret değildi. Erkek ise, o yetimin İslâm şahsiyetiyle yetiştirilmesi, dürüst bir meslek sahibi kılınması; kız ise, çeyizinin hazırlanması, münasip bir namzet ile evlendirilmesine varıncaya kadar sahip çıkılırdı. Çünkü sahip çıkılmadığında; toplumun maddî bakımdan zayıf halkaları, mânevî bakımdan da zayıf hâle gelir ve -Allah korusun- şeytanın oyuncağı olur, kötü yollara düşerler. Kaldırım kenarlarındaki cılız çiçekler gibi ayaklar altında ezilmeye mahkûm olurlar.

Mahallede tevâzu vardı. Şimdiki sitelerde olduğu gibi sınıf farkı olmazdı. Zengin ve fakir; komşuluk münasebetleri hâlinde yaşar, camide de aynı hizada namaza dururdu. Günümüzde ise maalesef bir kast sistemi meydana geldi.

Mahallede «ibâdullâh»ı istihkar yoktu, Allâh’ın kullarına muhabbet ve hürmet vardı. Akıl ve sinirden rahatsız kimselere dahî, çirkin ve kırıcı sıfatlar kullanılmaz, «muhterem âcizler» denirdi.

Sâmi Efendi Hazretleri ihvânından ve kendisinin görüştüğü, Fatih’te oturan Sâime Hanım Teyze vardı. Allâh’ın velîye kullarından idi. Muhterem vâlidem de, onu ziyaret ederdi. Ben de çocukken görmüştüm. Annemden dinlemiştim; anneme şöyle demiş:

“–Kızım Feride! Herkesin hor gördüğü, alay ettiği, şuurdan muhtel kimseler vardır. Sen onlara böyle davranma, onlara alâka göster, iltifat et!..”

Zira günahların ve haramların büyüklerinden biri de «ibâdullâh»ı istihkar etmektir. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“(«İbâdullâh»ı istihkar ederek arkalarından) kötü söz ile çekiştiren, kaş-göz hareketleriyle alay eden herkese yazıklar olsun! / Onların vay hâline!..” (el-Hümeze, 1)

Diğer taraftan Allâh’ın her kulunda ayrı bir sır olduğu unutulmamalıdır. Nitekim böyle kişilerden bazen nice hikmetli sözler de sâdır olur.

Mahallede cömertlik vardı, paylaşmak vardı. Sâilleri reddetmek;

«Allah versin!» diye geri çevirmek yoktu. İstismâr ettiği düşünülebilecek kişiler dahî incitilmez, az da olsa ikrâm edilerek gönülleri alınırdı.

Mahallede kanaat ve iktisat vardı. Zengin ve fakir, âmir ve memur insanların hayat standartları arasında çok cüz‘î fark olurdu. Meselâ ikisinde de aynı sedir olurdu da, fark olursa ancak kumaşın kalitesinde olurdu. Yeme, içme, kılık-kıyafet hiçbir sahada; lüks, israf ve mübalâğa görülmezdi. İmkânı olanlar da yapmazdı. Çünkü hem imkânı olmayanları düşünürlerdi hem de böyle tavırları hafiflik addederlerdi. Şahsiyet zaafı olarak görürlerdi.

Bugün ise mahalleyi ve onun fazîlet ölçülerini kaybettik. Onların yerini yabandan, ecnebî âlemlerden gelen modalar almakta!..

Modalar
Modalar, insanlara yapamayacakları çirkin şeyleri yaptırmanın yolu olmuştur. Kur’ân’ın ifadesiyle; «Kötü ve çirkin işler, moda yoluyla süslü gösterilmekte»dir.

Bir insanın pantolonu yırtılsa; derhâl evine dönüp, bir çare bulup onu değiştirir. Lâkin; moda diye bugün birtakım gafil insanlarımız, yırtık pantolonu satın almakta onunla sokağa çıkabilmektedir.

Bu çirkin vaziyet, insanın şahsiyetinin ayaklar altına alınmasıdır. Robotlaşmasıdır. Millî ve mânevî hasımları tarafından uzaktan idare edilmesidir.

«Herkes yapıyor.» sözü de aslında doğru değildir. Başta kimse yapmazken; kötü bir çığır açan bir kişi tarafından o iş başlatılmış, onun ardından giden herkes o yanlışı yapmaya başlamıştır. Fakat yapmayanlar, uzak duranlar her zaman vardır. Bizim ölçümüz «herkes» değildir. Bizim ölçümüz; Peygamber Efendimiz’dir, ashâb-ı kiramdır, istikamet üzere olan ecdâdımızdır, istikamet üzere olan insanlardır.

Güçlü bir şahsiyet, kalp ve ruh dünyasında kendi değerleriyle hareket eder ve uzaktan kumanda edilmez. Kalabalıklara kapılıp gitmez. Allah Rasûlü –sallâllâhu aleyhi ve sellem– Efendimiz buyurur:

“İnsanlar iyilik yaparsa biz de (onlarla beraber) iyilik yaparız, şayet zulmederlerse biz de (onlarla beraber) zulmederiz; diyerek her hususta başkalarını taklit eden şahsiyetsiz, iradesiz, kararsız kişiler olmayın!

Lâkin kendinizi, insanlar iyilik yaparsa iyilik yapmaya, kötülük yaparlarsa zulmetmemeye (kötülüklerinden uzak durmaya) alıştırın!” (Tirmizî, Birr, 63/2007; Taberânî, Kebîr, IX, 166, 167; Buhârî, et-Târîhu’l-Kebîr, IV, 367)

Unutulmamalıdır ki;

Modalara uymak ve enâniyet ifade eden, böbürlenici davranışlara kapılmak; şahsiyetteki kusur ve gedikleri böyle boş ve mânâsız fantezilerle telâfi etmeye çalışmaktır. Bir mü’min, kendi şahsiyetini; İslâm ahlâkıyla, ilim ve irfân ile, takvâ ve ihlâs ile inşâ etmelidir. Bu inşâ ve ihyâ gayretinde, örnek alacağı kişi de üsve-i hasene olan Efendimiz ve ashâb-ı kirâm olmalıdır.

Değerlerimiz ve hassâsiyetlerimiz unutuldukça, yerlerini; batıdan, ehl-i küfürden gelen bâtıllar doldurmaktadır.

Peygamber Efendimiz; câhiliyye örfünün yanlışlarını, hurâfelerini, nâdanlıklarını birer birer temizlemişti. Onların yerine sünnet-i seniyyelerini ikāme etmişti.

Bugün de mü’minlerin yapması gereken budur.

Örf, âdet ve alışkanlıklar; İslâm ahkâmı ve âdâbının süzgecinden geçirilir. İslâm’ın has­sâsiyetlerine uymayanlar dışarıda kalır. Bizim gönül gümrüklerimizden içeri giremez!..

Bugün modern câhiliyye; kendi kültürünü, internet ve televizyon imkânlarıyla bütün dünyaya yaymaya çalışmaktadır. Meselâ «doğum günü» âdeti, bizim kültürümüzde yoktu. Zaten bizim medeniyetimiz takvim olarak dahî güneş takvimi kullanmaz. Fakat bunu dünyanın her yerine yayıyorlar.

Bu propagandalar neticesinde, insanlar;

«Sevdiğimiz insanlara değer veriyorsak, onun doğum gününü kutlamalıyız…» diye düşünüyor. Bunun için dışarıda bir mekâna götürüyor, herkesin nazarları altında yemek / pasta ısmarlıyor yiyor, sonra resmini çekip internette paylaşıyor. Böylece her şeyiyle bize yabancı, her şeyiyle bizim değerlerimize ters bir tatbikat, bizim örfümüze zorla sokulmuş oluyor.

Sevdiğine değer vermek bu mudur? Herkese teşhir etmek midir? Reklâm etmek midir?

Bunu yapmak istemeyen bir kişi de suçlanıyor, baskı altında kalıyor. Belki evlât ve yakınları;

«Sen bizi sevmiyor musun?» diyor.

Bunlara alternatif olarak; bayramlarımız, kandillerimiz, cuma günü gibi mübârek zamanlarımız değerlendirilmelidir. Ayrıca hediyeleşmek için belirli bir zaman beklenmesine gerek yoktur. «Hediyeleşmek» güzel bir sünnettir. Aileye ikram sevaptır.

Yine batıdan gelen modalar hâlinde;

«Anneler Günü», «Babalar Günü» îcat ediliyor ki; tüketim ve israf ekonomisi, senede bir gün onu bahane ederek mal satsın. Hâlbuki İslâm’da her gün annelerimize hürmet, muhabbet ve hizmet günüdür. Her gün babalarımıza ihtiram, ihsan ve itaat günüdür. Bir vesile aranıyorsa da, yine bizim medeniyetimizdeki bayramlar, kandiller, cumalar değerlendirilmelidir.

«Sevgililer Günü» îcat ettiler. Fuhşiyâtı, nikâhsız beraberlikleri; flörtü, yani zinâyı, «sevgi» adı altında terviç etmeye çalışıyorlar. Çocuklara dahî;

«O gün bir sevgilin olması lâzım!» diye ahlâksız münasebetler aşılanmaya çalışılıyor.

Hâlbuki şehevî duyguların sevgi ile alâkası yoktur. Hazret-i Mevlânâ bir rubâîsinde der ki:

“İnsâf et; aşk güzel (bir âb-ı hayat)tır. Onu zedeleyen (onu zehirleyen) ise senin (nefsânî ve) kötü huylarındır. Sen, şehvete aşk adını koymuşsun. Âh bir bilsen, şehvetle aşk arasında ne uzun bir mesafe var!”

Evli olanlara da, bu bahaneyle tüketim ve israf ekonomisine güç ve kuvvet verebilmek için;

«Sevdiğine şu tarihte hediye alman lâzım; onu lüks, şâşaalı mekânlara götürmen lâzım!» propagandası yapılmakta.

Hâlbuki muhabbet, Vedûd olan Allah Teâlâ’nın bir sıfatıdır. Bütün sevgiler, «muhabbetullâh»a basamak ve merhale hâline getirilebilirse kıymetli olur. Aksi hâlde, süflî, fânî ve mânâsız olur. Hazret-i Dâvûd’un duâsı ne kadar mânidardır:

اَللّٰهُمَّ اِنّ۪ى أَسْأَلُكَ حُبَّكَ وَحُبَّ مَنْ يُحِبُّكَ وَالْعَمَلَ الَّذِى يُبَلِّغُن۪ى حُبَّكَ،

اَللّٰهُمَّ اجْعَلْ حُبَّكَ اَحَبَّ اِلَىَّ مِنْ نَفْس۪ى وَاَهْل۪ى وَمِنَ الْمَاءِ الْبَارِدِ

“Allâh’ım! Sen’den Sen’in muhabbetini, Sen’i sevenlerin muhabbetini ve beni Sen’in muhabbetine ulaştıracak (sâlih) amel(ler)i niyâz ederim.

Allâh’ım! Sen’in muhabbetini; bana kendimden, ailemden ve soğuk sudan daha sevimli eyle!” (Tirmizî, Deavât, 72)

Modalar; zararsız, ehemmiyetsiz şeylermiş gibi görünür. Fakat adım adım yabancılaşmaya götürür. Yılbaşı, şu yıldönümü, bu sene-i devriyesi… bunlar bizim hakikî medeniyetimizde yoktur. Çünkü Fâtiha Sûresi’nde gazaba uğramışlar ve dalâlettekiler diye ifade edilen İslâm dışı kimselere ve onların yaşayışlarına özenmek ve kapılmak, -Allah muhafaza- onlarla aynı âkıbete sürükler. Hadîs-i şerifte de buyurulur:

“Bir kavme benzeyen, onlardan olur.” (Ebû Dâvûd, Libâs, 4/4031)

Bir vücudun sıhhati, yabancı maddeleri dışarı atma kuvvetiyle muhafaza edilir.

Tefekkür edelim!

Bugünkü doğu dinlerine bakalım. İçinde çok garip hurâfeler, akıl almaz, vicdan kabul etmez tatbikatlar vardır.

Belki de bu dinler, zamanında bir peygamber tarafından tesis edilmiş idi. Lâkin nefsâniyet, enâniyet ve yabancıları taklit gibi hastalıklarla bu hâle geldi. Bozula bozula inhiraflarla bâtıl bir yol oldular.

Efendimiz –sallâllâhu aleyhi ve sellem– zamanındaki câhiliyye de böyleydi. Hazret-i İbrahim ve İsmail’in kurduğu nizam, içten ve dıştan tahrip edilmişti. Tevhid binasına putlar doldurulmuştu. Ferdî ve içtimâî hayata; türlü türlü çirkinlikler, hurâfeler, bâtıl inançlar ve zulümler, örf ve âdet adı altında sızmış ve yerleşmişti.

Resme tâzim olmaz!..

Meselâ; yukarıda bahsettiğimiz teknolojik gelişmeler sebebiyle, görüyoruz ki bazıları, Hak dostlarının resimlerini, fotoğraflarını duvarlara asıyor, telefonunda vs. tâzim duygusuyla yanında taşıyor.

Bizim yolumuzda; duvarlara, telefon ekranlarına vesâir yerlere mürşidin fotoğrafını koymak yoktur. Bunlar sonradan çıkarılmış kötü bid‘atlerdir.

Pederim Musa Efendi –rahmetullâhi aleyh– bir yere gittiğimizde Sâmi Efendi Hazretleri’nin yahut kendisinin resimlerinin duvara asıldığını görünce şöyle îkāz ederlerdi:

“Aman evlâdım, bu resimleri kaldırın! Bunlar bid‘attir. Ashâb-ı kiramda böyle şeyler yoktu. Onlar birbirlerini güzel ahlâkları ile hatırlarlardı. Bizim yolumuzda râbıta gönüller arasındadır, fotoğraflarda değil.”

Peygamberimiz resim ve heykel yaptırmadı. Sahâbenin hiçbiri resim yaptırmadı. O zaman da ressamlar, heykeltıraşlar vardı. İsteseler yaptırabilirlerdi fakat husûsen uzak durdular, hattâ men ettiler.

Bid‘at denilen şey işte budur…

Çünkü tarihte okuyoruz ki;

İdris –aleyhisselâm– zamanında, vefat etmiş birtakım sâlih kimselerin kabirleri ziyaret edilirdi. Sonra şeytanın iğvâsıyla güya onları hatırlamak için onların resimleri ve heykelleri yapıldı, o kabirlere kondu. Sonra onlar putlar hâline geldi. O şahsiyetler ve onların güzel hasletleri unutuldu fakat sûretlerine tapılmaya başlandı.

Kur’ân-ı Kerim’de zikredilen «Vedd», «Yağûs» gibi putların bidâyette böyle sâlih insanlar için yapılmış heykeller olduğunu âlimler bildirmektedir. Yani bu hususta iyi niyetli olmak fayda vermez.

Sâlih insanları resim ile hatırlamak bizim dînimizde yoktur. Râbıta, kalbî muhabbetteki beraberlikle olur. Kalbî beraberlik; takvâ, ibâdet, güzel ahlâk gibi vasıflarda beraberliktir.

Kalbî beraberliğin zirvesi, Rasûlullah –sallâllâhu aleyhi ve sellem– ile Hazret-i Ebûbekir arasındaki muhabbet ve râbıtadır. Aynı fizikteki birleşik kaplar gibi. Zira muhabbet, iki kalp arasında bir cereyan hattıdır.

Râbıtada sınırı aşmak, râbıta edilene bir kudsiyet izâfe etmek, -Allah korusun- şirke ve küfre kapı aralar.

Bilmeli ki;

Bizim medeniyetimiz, işin sûret ve zâhirine değil, özüne ve bâtınına eğilir.

Bugün hıristiyanlar her yere; Hazret-i İsa’nın, Hazret-i Meryem’in resim ve heykellerini dikiyorlar. Lâkin o mübârek zâtların; sahih îman, Allâh’a kulluk, ihlâs, iffet, tevekkül vb. hakikatlerinden tamamen habersizler. Resim ve heykel hiçbir işe yaramıyor!.. Hattâ hıristiyanlar;

«Hazret-i İsa’yı temsil ediyor.» dedikleri haçı bayraklaştırıp, asırlarca Hazret-i İsa’ya da gerçekten îmân eden yüz binlerce müslüman katlettiler. İşte şeytanın hilesi…

Bu sebeple;

İslâmiyet’in, özünü muhafaza etmek için aldığı tedbirler vardır:

TEDBİRLER

Dînimizde bid‘atlere karşı, sünnet hassâsiyeti vardır. Unutulan sünnetleri ihyâ edenlere, şehid sevabı vardır.
Haramlara karşı dikkatten daha geniş, şüpheli şeylerden kaçınma tavrı vardır.
Kötülüğe giden yolları kapama prensibi vardır.
Kötülüğü gidermeyi, menfaat elde etmekten önde tutma düsturu vardır. («Def‘-i mefâsid, celb-i menâfî»den evlâdır.)
Bilhassa; kâfire, ehl-i kitâba benzememe ve münkirlerin âdetlerine muhalefet etme esastır.
Örf-âdetleri, Kitap ve Sünnet’e göre yeniden değerlendirme hakikati vardır.
Dînimiz; hayatın her safhasını, prensiplerle kuşatmıştır. Boşluk bırakmamıştır. Mubah olan şeylerde de belirli prensipler vardır.
Sünnet-i seniyyeyi ihyâ etmeli; hayatımıza batıdan, bâtıldan gelen modaların girmesine müsaade etmemeliyiz.

İmâm-ı Gazâlî’nin buyurduğu gibi;

Kâfir, fâsık ve gafil insanlarla zâhirî ve şeklî beraberlik zamanla zihnî beraberliğe, zihnî beraberlik de bir müddet sonra kalbî beraberliğe dönüşür. Bu ise, insanın mânevî bakımdan adım adım helâke sürüklenmesi demektir.

İmam Şâfiî –rahmetullâhi aleyh– ne güzel söyler:

“Kendini hak ile meşgul etmezsen, bâtıl seni işgal eder.”

Yâ Rabbî!..

Hayatımızın her safhasını, amel defterimizin her sayfasını, rızâna muvâfık, Kitâbın ve Rasûlü’nün sünnetine mutâbık amellerle tezyin eylememize yardım eyle!..

Bizleri bâtıldan, mefsedetten, sevmediğin huylardan ve amellerden muhafaza buyur!..

Âmîn!..

loading...