Dini Bilgiler
Bu amel şeytanı ağlatarak uzaklaştırıyor!
Şeytanı ağlatıp uzaklaştıran amel nedir? Kur’an’ı anlama ve yaşamanın fazileti nedir? Asr-ı Saadet döneminden Kur’an’ı yaşamakla ilgili örnekler…
Kur’ân’ı yaşamakla ilgili hadisler ve hadislerin açıklaması…
1- İbn-i Ömer’den (r.a) rivâyet edildiğine göre Peygamber şöyle buyurmuştur:
“Yalnız şu iki kişiye gıpta edilir:
Biri, Allah’ın kendisine Kur’ân verdiği kişidir. O kişi, Kur’ân ile gece gündüz meşgul olup onunla amel eder. Diğeri, Allah’ın kendisine mal verdiği kimsedir. O da gece gündüz bu malı infak eder.” (Müslim, Müsâfirîn, 266, 267. Ayrıca bkz. Buhârî, Temennî, 5; Tevhîd, 45)
2- Muâz el-Cühenî’den (r.a) rivâyet edildiğine göre Resûlullah şöyle buyurmuştur:
“Kim Kur’ân-ı Kerim’i okur ve muhtevâsıyla amel ederse, kıyâmet günü anne babasına bir tâc giydirilir. Bu tâcın ışığı, güneş aranızda olsa, onun dünyadaki bir eve konulduğunda vereceği ışıktan daha güzeldir. Öyleyse, Kur’ân-ı Kerim ile amel eden kişinin durumu nasıl olur, düşünebiliyor musunuz?” (Ebû Dâvûd, Vitr, 14/1453)
HADİSLERİN AÇIKLAMASI
Kur’ân’ı okuyup anlamanın asıl hedefi, onu hayatın her alanında yaşamaktır. Âyet-i kerimelerde şöyle buyrulur:
“(Resûlüm!) Sana bu mübarek Kitab’ı, âyetlerini iyice düşünsünler ve akıl sahipleri öğüt alsınlar diye indirdik.” (Sâd 38/29)
“Allah’ın kitabını okuyanlar, namazı kılanlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan gizli ve açık infak edenler, asla zarara uğramayacak bir kazanç umabilirler.” (Fâtır 35/29)
KUR’AN’I YAŞAMAKLA İLGİLİ ÖRNEKLER
Âyetlere göre, Allah’ın kitabını okuyup anlamayı, ondan öğüt almak, emir ve nehiylerini tatbik ederek davranışlara yansıtmak izlemelidir. Bundan dolayı ikinci âyette Kur’ân okumayı; namaz kılmak ve Allah’ın bahşettiği rızıklardan O’nun yolunda gizli açık infaklarda bulunmak takip etmiştir.
Kur’ân’ı okuyup anlayan kişi, onun müjdelerini, tehditlerini, apaçık âyetlerini ve açıklamalarını düşünüp itaate yönelerek haramlardan daha fazla çekineceğinden, şeytan, insanları Kur’ân’dan uzaklaştırmak için daha çok çaba sarf eder. Dolayısıyla Cenâb-ı Hak, bilhassa Kur’ân okumaya başlarken kendisine sığınmamızı emrederek:
“Kur’ân okuduğun zaman kovulmuş şeytandan Allah’a sığın!” buyurmaktadır. (Nahl 16/98)
Cenâb-ı Hakk’ın bu emrine itaat edildiği takdirde, şeytanın, Kur’ân ile onu hayata geçirme faaliyetinin arasına girmesi engellenmiş olur.
ŞEYTANI AĞLATIP UZAKLAŞTIRAN AMEL
Kur’ân’la amel edildiğinde, şeytanın ne hâle girdiğini Resûlullah bir misalle şöyle anlatır:
“Ademoğlu secde âyeti okur ve secde ederse şeytan ağlayarak ayrılır ve:
«Yazık bana, insanoğlu secdeyle emredildi ve secde etti, mukabilinde ona Cennet var. Ben de secdeyle emrolundum ama ben itiraz ettim, benim için de ateş var» der.” (Müslim, İmân, 133)
Bütün mesele, aradan nefis ve şeytan engellerini çıkarmak sûretiyle Kur’ân’ı okuyup hayata geçirebilmektir. Zâten Kur’ân’ı yaşamayan kimse ne kadar ezber okursa okusun hâfız kabul edilmemiştir. Nitekim Ebû Ömer, Kur’ân hâfızını şöyle târif etmektedir:
“Asıl Kur’ân hâfızları, Kur’ân’ın hükümlerini, helâl ve haramını bilen ve içindekilerle amel eden kişilerdir.” (Kurtubî, I, 26)
KUR’AN’I ANLAMAK VE YAŞAMAK
Abdullah bin Mesut (r.a.) da hakîkî Kur’ân hâfızı sayılmanın, ancak onu yaşamakla mümkün olabileceğine işaretle şunları söyler:
“Kur’ân’ı ezberlemiş olan kimse:
İnsanlar uyurken gece kalkıp ibadet etmesiyle,
Halk yemek yerken oruç tutmasıyla,
Başkaları sevinip eğlenirken âkıbeti için kederlenmesiyle,
İnsanlar gülerken kulluktaki acziyetinden dolayı ağlamasıyla,
Halk birbiriyle konuşurken sükûtuyla,
İnsanlar kibirlenirken mütevâzı davranışlarıyla tanınmalıdır.
Kur’ân’ı ezberlemiş birisinin:
Ağlaması,
Hüzünlü durması,
Vakarlı ve bilgili olması,
Tefekkür ve sükût hâlinde bulunması îcâb eder.
Kur’ân ehli;
Katı yürekli,
Gâfil,
Çığırtkan ve,
Hemen öfkelenen biri olmaktan da sakınmalıdır.” (Ebû Nuaym, Hilye, I, 130)
Resûlullah, Kur’ân-ı Kerim’i daha okurken yaşardı. Allah’ın âyetlerini okurken mânâları üzerinde tefekkür eder ve emirlerini derhâl tatbîke koyulurdu. Allah’ı tesbîh etmekten bahseden âyetlere gelince; “Sübhânallâh” gibi tesbîh ifadeleriyle Allah’ı noksanlıklardan tenzîh ederdi. Dua âyetleri gelince onlarla Allah’a münâcâtta bulunurdu. Cenâb-ı Hakk’a sığınmaktan bahseden âyetleri okuyunca, hemen Allah’a sığınırdı. (Müslim, Müsâfirîn, 203; Nesâî, Kıyâmu’l-Leyl, 25/1662)
BELA VE MUSİBETTEN KURTULMANIN YOLU
İnsanı kurtaracak olan da böyle bir Kur’ân meşgûliyetidir. Nitekim meşhur Osmanlı âlimlerinden Muhammed Hâdimî şöyle der:
Her türlü sıkıntıdan, belâ ve musîbetten kurtulmanın yegâne yolu, Kur’ân’a sarılmak ve onu hayata geçirmektir. İbadet ve tâatlere devam edin! Bilhassa en faziletli ibadetlerden olan tedebbür, tertîl ve edeple Kur’ân okumaya iyi sarılın! Zira Kur’ân’ı böyle okumak, Allah ile konuşmak gibidir. (Bkz. Hâdimî, Mecmûatü’r-resâil, s. 112, 194, 200)
Cenâb-ı Hak, Kur’ân’ı böyle ihlâsla okuyup ahkâmıyla amel edenleri yüceltir, okusa bile onunla amel etmeyenleri ise alçaltır. (Müslim, Müsâfirîn, 269; Ali el-Kârî, Mirkât, IV, 620)
KENDİSİNE GIPTA EDİLECEK MÜMİN
Birinci hadisimizde, Kur’ân ile gece gündüz meşgul olup onunla amel eden kişinin, kendisine gıpta[1] edilecek bahtiyar insanların başında geldiği bildirilmektedir. Ona nasıl gıpta edilmesin ki?! Zira Kur’ân-ı Kerim’in ilmine sahip olarak hakkını vermek, en büyük zenginliktir. Böyle mü’minler, kendilerine lûtfedilen ilâhî nîmetin kadrini bilmeli, geçici ve aldatıcı menfaatlere tenezzül etmemelidir.
Kur’ân öyle bir zenginliktir ki, ona ulaşan asla fakir sayılmaz. Ondan büyük başka bir zenginlik tahayyül edilemez. (Heysemî, VII, 158)
KUR’AN’I TEFEKKÜR ETMEK
Abdullah bin Mesut’un şu sözü, Kur’ân’ın ne büyük bir zenginlik olduğunu ifade açısından oldukça mühimdir:
“Kim ilim istiyorsa Kur’ân’ın mânâlarını tefekkür etsin, tefsîri ve kıraati üzerinde yoğunlaşsın! Zira onda, öncekilerin ve sonrakilerin ilmi mevcuttur.” (Heysemî, VII, 165; Beyhakî, Şuab, II, 331)
Mevzû ile alâkalı olarak Hüseyin bin Fadl şu hâdiseyi nakleder:
Benî Kurayza ve Benî Nadîr Yahûdilerine âit yedi kervan, aynı günde Medîne-i Münevvere’ye gelmişti. Kervanlarda çeşitli kumaşlar, koku kapları, mücevherler ve muhtelif deniz ürünleri vardı.
Müslümanlar:
“–Keşke şu mallar bizim olsaydı da onlarla kuvvetlensek ve onları Allah yolunda harcasaydık” dediler.
Bunun üzerine Allah Teâlâ şu âyet-i kerimeyi inzâl buyurdu:
“Andolsun ki, biz sana tekrarlanan yedi âyeti (Fâtiha’yı) ve yüce Kur’ân’ı verdik.” (Hicr 15/87)
Yani Cenâb-ı Hak, “Ben size öyle yedi âyet lûtfettim ki onlar sizin için bu yedi kervandan daha hayırlıdır” buyurdu.
Bu âyetten sonra da:
“Sakın onlardan bir kısmına, geçici bir zevk olarak verdiğimiz dünya malına göz dikme! Onların (iman etmemesi) sebebiyle üzülme ve mü’minlere kol kanat ger, alçak gönüllü ol!” buyruldu. (Hicr 15/88) (Vâhidî, s. 283)
ALLAH’IN LÛTUF VE RAHMETİ
Eyfa bin Abd de şu hâdiseyi nakleder:
Irak’tan alınan haraç malları Hz. Ömer’in yanına geldiğinde, Ömer (r.a) ve yardımcısı çıktılar. Hz. Ömer develeri saymaya başladı. Beklenenden fazla olduklarını görünce; “Elhamdülillah!” demeye başladı. Yardımcısı da (bir âyete telmihte bulunarak):
“–Ey Mü’minlerin Emîri, vallâhi bunlar, Allah’ın lûtuf ve rahmetindendir” diyordu.
Hz. Ömer (r.a):
“–Hayır yanlış söylüyorsun. Bunlar Allah’ın: «Ancak Allah’ın lûtfu ve rahmetiyle sevinsinler…»[2] âyetinde bahsettiği şeyler değildir. Allah’ın lûtuf ve rahmeti; hidâyet, Sünnet ve Kur’ân’dır. Mü’minler bunlarla sevinsinler. Bu gelen mallar âyetin: «Allah’ın lûtuf ve rahmeti, onların topladığı şeylerden daha hayırlıdır» kısmında bahsedilen şeylerdendir. Çünkü bu mallar da insanların topladıklarındandır.” (İbnü’l-Cevzî, Menâkıb, s. 229)
KUR’AN’I YAŞAMANIN FAZİLETİ
İkinci hadisimizde, Kur’ân’ı yaşayan kimselerin fazileti ve onlara âhirette verilecek mükâfâtın büyüklüğü anlatılmaktadır. Zâhiren bakıldığında hadiste, Kur’ân’ı öğrenip hayatına tatbik eden kişilerin anne babalarına verilecek mükâfât anlatılmaktadır. Ancak son cümle, asıl, Kur’ân’ı yaşayan kimsenin âhiretteki fazilet ve üstünlüğünü beliğ bir ifade ile ortaya koymaktadır. Anne babasına giydirilen tâcın güzelliği böyle olursa, bizzat kendisinin elde edeceği karşılık kim bilir ne kadar güzel ve üstün olacaktır. Bu durumda müslüman, hem kendisi Kur’ân’ı yaşamaya gayret etmeli hem de evlâtlarına sağlam bir Kur’ân eğitimi vermelidir.
Kur’ân-ı Kerim’i öğrenen, öğreten ve yaşayan insanlar, dünyada olduğu gibi kabirde ve âhirette de bunun karşılığını fazlasıyla göreceklerdir. Hatta Kur’ân ehlinin kabrinde çürümeden sapasağlam durduğuna bile zaman zaman şahit olunmaktadır.
Kur’ân’ı terk edenleri ise acıklı bir azap beklemektedir. Allah kendisine Kur’ân’ı öğrettiği hâlde, bütün gece uyuyarak onunla hiç meşgul olmayan ve Kur’ânı terk eden kimsenin, öldükten sonra göreceği azap, Allah Rasûlü’ne gösterilmiştir. Buna göre, Kur’ân’ı ihmâl eden kimsenin kafası, büyük bir kaya ile kıyâmete kadar devamlı ezilip duracaktır. (Buhârî, Cenâiz, 93; Ta’bîr, 48)
Konuyla ilgili bir hadis-i şerifte şu acıklı manzaralar gözler önüne serilir:
“Kıyamet günü bir adam getirilir. Kur’ân ona (insan sûretinde) temessül ettirilir. Adam dünyadayken Kur’ân’ın farzlarını ihmal etmiş, çizdiği sınırları aşarak haramlara düşmüş, bildirdiği ibadetleri yapmayıp muhâlif davranmış, yasakladığı günahları işlemiştir. Kur’ân der ki:
«–Yâ Rabbî! Âyetlerimi ne kötü bir adama verdin (öğretip ezberlettin!) Hududlarımı aştı, farzlarımı terk etti, açıkladığım ibadetleri bırakıp yasak olduğunu bildirdiğim mâsiyetleri işledi…»
Kur’ân, o kimse aleyhine delillerini sayıp dökmeye o kadar devam eder ki, nihayet Cenâb-ı Hak, Kur’ân’a:
«–Haydi onu sana bırakıyorum, hesabını gör!» buyurur.
O da adamın elinden tutar ve burnu üstüne sürükleyerek cehenneme atıncaya kadar yanından ayrılmaz.
Başka bir kimse daha getirilir. O da dünyadayken Kur’ân’ın çizdiği sınırları korumuş, farzları yerine getirmiş, emrettiği ibadetleri yapıp yasakladığı çirkin fiillerden kaçınmıştır. Kur’ân önünde durup onu müdâfaa eder ve şöyle der:
«–Yâ Rabbî! Âyetlerimi ne güzel bir kişiye tevdî ettin (öğretip ezberlettin!) Hududlarımdan sakındı, farzlarımı îfa etti, beyan ettiğim taatlere tâbi olup mâsiyetlerden kaçındı…»
Kur’ân, o kişi lehine delillerini saymaya o kadar devam eder ki, nihayet Cenâb-ı Hak, Kur’ân’a:
«–Onu sana havale ettim, hesabını sen gör!» buyurur.
Bunun üzerine (insan sûretinde) temessül ettirilen Kur’ân, onun elinden tutar, yanından hiç ayrılmaz. Ona beyaz atlastan elbiseler giydirir, başına kral tâcı koyar ve kralların kâsesiyle ona su ikrâm eder.” (Heysemî, VII, 160-161; Bezzâr, no: 2337)
Kur’ân’ın okunmasını ve yaşanmasını terk eden kişilerden, Allah Resûlü dünyada şikayetçi olduğu gibi âhirette de şikâyetçi olacaktır. Bir mü’minin, en zor anda, şefaatine muhtaç olduğu Peygamber’inin açık şikâyetiyle karşılaşması ne acı bir durumdur! Âyet-i kerimede şöyle buyrulur:
“Resûl der ki: Ey Rabbim! Kavmim, bu Kur’ân’ı büsbütün terk etti.” (Furkân 25/30)
Bu şikâyetin içinde Kur’ân’a iman etmemek ve karşı tavır almak bulunduğu gibi, onun müjde ve tehditlerine aldırmamak ve bilhassa lafzını okumayı terk etmek de mevcuttur.
KİMİN PEŞİNDEN GİDİLİR?
Ebû Mûsâ (r.a.) şöyle buyurur:
“Bu Kur’ân sizin için ecir olur, zikir olur, nûr olur, bir de aleyhinize günah olur. Kur’ân’a tâbî olup peşinden gidin, ama sakın o sizin peşinizden gelmesin! Kim Kur’ân’ı tâkip ederse Kur’ân onu Cennet bahçelerine götürür. Kimi de Kur’ân tâkip ederse Kur’ân-ı Kerîm o kimseyi ensesinden ittirerek Cehenneme atar.” (Dârimî, Fedâilü’l-Kur’ân, 1)
Kur’ân’ı öğrenip yaşamadığı gibi bir de onu vesîle edinerek şöhret ve menfaat elde etmek isteyen kimseler vardır. Muaz bin Cebel’in, büyük ihtimalle Peygamber Efendimiz’den işittiği şu sözünde, bunlarla ilgili çok mühim îkaz ve irşatlar bulunmaktadır:
O şöyle der:
“Muhakkak ki ileride (birtakım) fitneler olacaktır. O zaman mal çoğalır, Kur’ân açılır, mü’min, münafık, erkek, kadın, köle, hür, küçük, büyük herkes Kur’ân’ı alıp okur. İçlerinden birinin:
«Bu insanlara ne oluyor da Kur’ân okuduğum hâlde bana tâbi olmuyorlar? Ben (din adına) Kur’ân’a muğâyir şeyler ortaya atmadıkça onlar bana uymayacaklar» diyeceği günler yakındır.
Böyle sonradan uydurulan şeylere tabi olmaktan sakının! Zira bu bid’atler apaçık bir dalâlet ve sapıklıktır. Ben sizi hakîm (ilim ve hikmet ehli) kişilerin ayaklarının sürçmesine karşı uyarıyorum. Çünkü şeytan bâtıl sözleri, bazen âlim kimselerin diliyle söyler. Bazen de münâfık doğru söz söyler.”
Oradakilerden biri:
“–Allah sana rahmet etsin, âlim kimsenin yanlış söz söylediğini, münafığın da hakkı konuştuğunu nasıl bileceğiz?” diye sordu.
Muâz (r.a.) şöyle cevap verdi:
“–Evet, sen âlimin o şöhret kazanmış, herkesin gözüne batan, sana karışık gelen ve «Bundan ne kastediyor acaba?» denilen sözlerinden kaçın! Fakat âlimin bazen böyle yanılması, seni onun sözlerini dinlemekten tamamen vazgeçirmesin! Çünkü onun (bu bâtıl sözünden hakka) dönmesi (her zaman için) mümkündür. Sen hakkı işittiğin zaman (onu kimin ağzından çıktığına bakmadan mutlaka) al! Çünkü hakkın üzerinde nûr vardır.” (Ebû Dâvud, Sünnet, 6/4611)
[1] Hadisimizin metninde geçen “Hased” kelimesinin gerçek mânâsı, bir kişinin sahip olduğu malın elinden çıkmasını temennî etmektir. Mecâzî mânâsı ise, gıpta edip imrenmektir. Burada mecâzî mânâsıyla kullanıldığında şüphe yoktur. Yani Kur’ân ehline gıpta edilmeli ve onun gibi olmaya gayret sarfedilmelidir.
0 comments